Son 15 yılda geldiğimiz noktada ekonomi, balon bir ekonomidir. Neden balondur? Çünkü üretim odaklı değil. Şiş babam şiş. Doldur, boşalt. Yeni Türkiye dedikleri sağdan soldan borçlanmış, ailenin hayırsız çocuğu gibi bir şey.
Borcunu katlayarak kalkınmış bir ekonomi var mı? Olabilir mi? Kriz beklentisi varmış. Sormak isterim; Türkiye krizden hiç çıktı mı? Türkiye bileziklerini bozdurdu, takılarını sattı. Olay bundan ibarettir.
Siz yiyin, torununuz ödesin…
“Yaşlıca bir adam sokakta yürüken, bir lokantanın camında asılı duran yazı dikkatini çeker. Şöyle yazmaktadır yazıda; siz yiyin, torununuz ödesin. Şaşıran adam içeriye girer ve nasıl böyle bir şey olabileceğini sorar. Açıklama yapar garsonlar; efendim, lokantamızda yediğinizin, içtiğinizin faturasını ödemezsiniz. Biz sizin yediklerinizi torunlarınızdan alırız. Duruma çok sevinen adam kendine güzel bir ziyafet çeker, yiyebildiğince yer. Şükredip, masadan kalkmadan hemen önce garson gelir ve bir fatura bırakır. Şaşıran adam: “Hani yediklerimizi ödemeyecektik, torunlarımız ödeyecekti?” diye sorar garsona. Garson, hesabı görünce yüzü bembeyaz olmuş adama döner ve der ki; efendim, doğru. Siz yediklerinizin faturasını ödemezsiniz. Bu getirdiğim dedenizin faturası.”
Sevgili okurlar, ekonomi ile ilgili düşünelim diyorum. Yine kriz çığlıkları başladı. Amerika odaklı mı? Rusya mı? Zaten ekonomik kriz beklentisi bile bir çeşit kriz ortamı yaratıyor ki. Neresi odaklı olduğu pek önemli olmuyor. Ne zaman önemli oluyor biliyor musuz? Eğer krizin odak noktası ile ilgili yeterli donanımınız yoksa! Benim bir ekonomi görüşüm vardır. Bu görüş ülkemizin kurucu ekonomi politikasından ilham alır.
Üretim ekonomisi meselesi. Ekonomi bir vazgeçme bilimidir. Bilinmesini isterim ki, bu yorgan bu ayaklara kısa. Hiç bir zaman tam refah diye bir noktaya gelemeyeceğiz. Tarih boyunca en çok umut bağlanan ideallerden biri olan komünizm bile 70 yıl ayakta kalamadı. Refahta eşitliği sağlama hayali vardı ama olmadı. Daha doğrusu refahsızlıkta eşitlik sağlandı öyle diyelim. Bugün sizlerle, Türkiye’nin üretim ekonomisi mantığından uzaklaşmasından kaynaklanan sistemsel sorunlardan bazılarını konuşalım istiyorum.
Bir Zamanlar Ekonomi
Ekonomi görüşünde, basiretli her ekonomistin seçeceği, üretim ekonomisi görüşüm, bahsettiğim gibi kurucu değerlerimizden ilham alır. Nedir ki, küresel olarak belki de yaşanmış en büyük kriz olan 1929 Büyük Krizi’nin olduğu dönem, iktisadi bir hiçlik üzerine kurulmuş Türkiye’de, üretim ekonomisiyle yaptığımız işler, bize ne kadar uygun bir model olduğunu imzalar. Kurulan, sayısı 50’nin üzerinde olan fabrikalar sayesinde 1929-1938 yılları arasında ağır sanayi üretimi %152 artarken toplam sanayi üretimi %80 artmıştır.
Kömürde %100, Kromda %600, diğer madenlerde %200 artış olurken demir üretimi 0’dan 180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır. 1926’da başlayan şeker üretimi 1927-1930 arasında 5162 tondan 95.192 tona çıkmıştır. Tekstil sanayi ülkenin tekstil ihtiyacının %80’ini karşılar duruma gelmiştir. Tekstil ürünleri ithalatı 1927’de 51.000.000 Türk Lirası iken bu rakam 1939’da 11.900.000 Türk Lirasına düşmüştür. 1924-1929 arasında pamuk ürünleri üretimi 70 tondan 3773 tona, yün 400 tondan 763 tona, ipek 2 tondan 31 tona çıkmıştır. Üstelik söz konusu dönemde cari fazla veriyorduk yani kar ediyorduk. İşte bu üretken Türkiyedir. Gücünü üretimden alan ekonomi.
Borçla peynir gemisi yürümez
Bu halkın kodları var, DNA’sı var. Şimdi sen, biz liberaliz diye gelip, 1000 yıldır tütün ekilen Urfa’dan tütünü, Edirne’den pirinci, domatesi, mısırı, suyu ve hatta ineği alıp, bunları ithal edersen bu halkın genleriyle oynamış olursun. Şimdi topraklarımız elimizden alınıyor, kendi topraklarımızda başka milletten insanların kurduğu fabrikada işçi olarak çalıştırıyorlar bizi. Çiftçimiz, üreticimiz bitsin, gitsin elalemin çalışanı olsun. Bize layık gördükleri düzen bu.
Son 15 yılda geldiğimiz noktada ekonomi, balon bir ekonomidir. Neden balondur. Çünkü üretim odaklı değil. Şiş babam şiş. Doldur, boşalt. İşte Amerika’nın 2008 krizinin sebepleri ortada merak edenler açıp bakabilir. Sıcak para üzerine kurulu bir ekonomimiz var. Devletin düzgün çalıştıramadığı (çalıştır kardeşim) iktisadi birimleri, ederinin çok altına yabancıya sat, gelen yabancı paralar da bolluk yaratsın, ekonomik refaha katkısı olsun, yatırım yapar gözükelim. Eh bu para günlük hayata inmiyor, ne güzel enflasyon da yaratmaz. Yeni Türkiye dedikleri sağdan soldan borçlanmış, ailenin hayırsız çocuğu gibi bir şey. Borçla peynir gemisi yürütmeye çalışıyorlar. Borcunu katlayarak kalkınmış bir ekonomi var mı? Olabilir mi?
Konuya Gelelim… Türkiye krizden hiç çıktı mı?
Sormak isterim; Türkiye krizden hiç çıktı mı? Biz hiç çıkmadık ki! Türkiye bileziklerini bozdurdu, takılarını sattı. Olay bundan ibarettir. İşte bu bir zihniyettir. Sayın Prof. Dr. Osman Altuğ hocamın üçkağıt ekonomisi diye çok güzel açıkladığı düzen. Nedir bu üç kağıt? Faiz, Dolar, Borsa. Kafan çalışıyorsa, geç muhafazakar-teslimiyetçi sağa; bul karayı al parayı! Üretim yok. Paranın değerini belirleyen esas unsur üretim gücüdür.
Örnekse, 100 tane yumurta var bunun karşılığında da 100 tane lira basıyorsun. Bir yumurta 1 TL. Sen bu yumurtanın üretimini artırmak istiyorsan ne yapman lazım? Tavuklara (üretici) iyi bakmalısın, horozlara (yatırımcılara) iyi bakmalısın. O zaman ne olur? Yumurtayı daha ucuza üretirsin daha çok satarsın fiyatlar makul olur, enflasyon yaratmaz, fazlasını da dışarı satarsın. Şimdi bizimkiler ne yapıyor; tavuğun verimli üremesine çalışmıyor, çünkü bu zor, bunu manipüle de edemiyor çünkü matbaada tavuk üretemiyorsun, ekonomik değer yaratamıyorsun. Ama matbaa ile pazarlanabilir menkul değer basarsın, para basarsın.
O zaman ekonomi nereye geliyor? İşte üçkağıt dediğimiz meseleye. Yani faiz, dolar, borsa. Sanal, balon bir ekonomi. Ama diğer tarafta ne var? Üretim, aslanlar gibi. Şimdi geldiğimiz yerde, fasulye Arjantin’den geliyor, şeker Brezilya’dan. Türkiye bu kadar aciz mi kaldı? İki inek güdemiyor koskaca Anadolu ama işte kurlar düşükmüş falan. Yahu yalan. Türkiye 1999 tarihinden itibaren optimum kur modelinden çıkıp düşük kur, yüksek faiz modeline geçmiştir. Sonuç, yer gök ithal mal, yerli üretici rekabet edemiyor.
Adamın tüketiminden fazla üretimi var. Atacağına, sana satıyor. E para? Para yok. Bu ithalatı neyle ödeyeceksin üretimin yok. Borçlanacaksın. Onu da ödeyemediğimizden bir de faiz yiyiyoruz. Kim ödeyecek? Gelecek nesiller, yani istikbale poliçe çekiyoruz. Hızımızı alamıyoruz bir de adamlara borsadan avanta veriyoruz. Geçtiğimiz yıl yabancıların borsadan kazançları %42. İki tane liberal de çıkıyor “efendim piyasalar” diyor. Böyle serbest piyasa olur mu?
Böyle serbest piyasa olur mu?
Serbest piyasa ekonomisinin iki ayağı vardır. Birinci ayağı serbest bırak, ikinci ayağı kontrol et. Türkiye birinci ayağı çalıştırmıştır; ama ikinci ayağı reddetmiştir, ne kadar kontrol tedbiri varsa kaldırmıştır. Bunun anlamı, vergi almayacağım, isteyen versin, istemeyen vermesin.
Bugün 15 milyon TL cirosu olan şirketin patronu ile 6 litre süt satıp 1 litre mazot alamayan çiftçi, sifonu çekince giden suya aynı vergiyi veriyor. Bu adaletsizlik kimsenin umurunda değil! Türkiye, 500.000 TL’ye kadar faiz gelirlerinden, vergi almaz. Kimden alır? Asgari ücretle zar zor iş bulmuş garibandan alır. Üstelik hem maaşını almadan keser, alır hem harcarken keser, alır. Yani ülkenin fakirinin vergisini alır, faizciye transfer eder. Önce şuna karar veriniz; servet üretilen bir şey midir? Yoksa ganimet mi?
Servet üretilen bir şey midir? Yoksa ganimet mi?
Türkiye’deki liberallere göre servet, ganimettir! Ve bu da üçkağıtçıya çalışır. Türkiye’de enflasyon muhasebesi sistemine geçemedik, ekonomiyi hamiline yazılır halden çıkarıp nama yazılır hale getiremedik, kayıt dışı aldı başını gidiyor. Finansın altın kuralı; paranın yönünü takip et, gerçeğe ulaş. Ama biz içeride dönen paranın yönünü takip edemiyoruz. Bir Amerikalı cebinde 700 dolarla gezer mi Allah aşkına? Sen 200 TL banknot basarsan nasıl engelleyeceksin kayıt dışını? Adam geliyor 2000 lirayı şak şak sayıyor, vergi yok, tüketiciyi koruma kanunu yok, hiçbir şey yok. Buradan da kriz tartışacakmışız. Yahu Türkiye kronik krizdedir.
Gırgır Hesaplar
IMF’ye borcumuzu ödemişiz. Türkiye IMF’nin kurucu ortağıdır. IMF’den 0.50 faiz ile aldığı borcu, para piyasasından %4 faiz ile yine borçlanarak kapatan bir hükümetimiz var. Bunun neresiyle övünelim. 600 milyar dolar dış borç var, %22 faizle almışız bunu, getirip %4’le bankalara koymuşuz. Buna da döviz rezervi diyoruz. Batı’da gülerler adama. Doları da böyle kontrol edemezsiniz. Amerika artık sıcak bir ekonomi istemiyor. Zaten kural basit; savaş yoksa altın aşağı, dolar yukarı. Bunu bilmek için ekonomist olmaya gerek yok. Onun için Amerika’nın parasını Amerika’ya çağırmasında şaşıralacak bir şey yok. Buna biz hazırlıklı değiliz. Çünkü ekonomi balon. Şarkıyla, türküyle siyaset yapıyorlar. Seçmen gırgır, seçilen gırgır. Parametreler naylon. Ağlanacak halimize şiir yazıyorlar, sanatçılara okutuyorlar. Bir enflasyon hesabımız var içler acısı.
Bakınız; bir malın bedeli = fiyat x miktar değil mi? Türkiye’de enflasyon hesabında miktar yoktur. Yazıyorlar 768 kalem malın fiyatını topluyorlar, birde sonra ki ay topluyorlar farkına enflasyon diyorlar. Böyle gırgır bir şey olur mu? Nasıl toplanıyor bu veriler ? Anket yapıyormuş 90.000 kişiye. Yahu ankete dayalı bir ekonomide zarar edip buna açık deyip krizde değiliz diyoruz. Enflasyon üretim ile tüketim arasındaki olumsuz farktır.
Şuan, mevcut enflasyon hesabını doğru kabul eder isek, Türkiye geçtiğimiz yıl %9 zarardadır. Konu bu. Dış ticaret dengesi açık diyor. Yahu zarar be kardeşim. Zarar bu. Cari işlemler dengesi açık, hazine pozisyonu açık, ödemeler dengesi açık, her kalemden zarardayız. Ona bile zarar diyemiyor açık diyorlar. Dünyanın her yerinde kredi kartı bir ödeme aracıdır. Bizde finansman aracı. Tüketici kredileri pek çok Afrika ülkesinin hazinesinden fazla bir rakama ulaşmış, her nasılsa dünya bizi kıskanıyor. Kendimizi kandırmayalım. Biz krizden hiç çıkmadık. Sistemimiz kronik krizdir.
Sonuç
Baktığımızda Türkiye, uzun yıllar üretmiştir, dünya tarihinin en büyük ekonomik krizinde %80 sanayileşmiştir. Bunun nimetlerinden tüm halkımız faydalanmıştır. Verimli topraklarımızda yetişen en güzel baharatları, meyveleri, sebzeleri, bakliyatları yedik. Fazlasını dışarıya sattık, çiftçi kalkındı, ekonomi kalkındı. Şimdi, traktör sesine, çekiç sesine, makina sesine hasret bir yurt.
Eğer iki dönemi karşılaştırıyorsak ben şuna bakarım; benim emeklimin evine haftada kaç gün et giriyordu, balık giriyordu, incir giriyordu, yastık altında ne kadar para koyuyordu, şimdi ne koyuyor, buna bakarım. 15 milyon işsize bakarım, yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon vatandaşıma bakarım. Biz dışarıdan, domates karşılığında, gelen paralarla, limanlar, okullar açtık. Halk hiç bir şey yapamasam memleketime giderim diyebiliyordu. Şimdi tüm memleketi kat karşılığı müteahhite vermekten başka çareleri kalmadı. Strateji dedikleri de budur…
Kaya Gazı: Enerji Savaşının Yeni Silahı
Konut Sektörü ve Emlak Balonu