Televizyon salonumuzun ortasından sözde dışarıdaki dünyaya açılan bir pencere. Bu pencereden bize kendi bildiğimizden öte hayatta neler olup bittiğini gösteriyor, hatta birebir bizi o başka hayatlara konuk ediyor. Ve bu sayede bilmediğimiz birçok yeni şey öğrenebiliyoruz, iyi ya da kötü.
Dizilerin üzerimizdeki etkileri
Türkiye’deki dizilerin büyük çoğunluğuna baktığımızda acı ve gözyaşı görüyoruz. İhanet, kıskançlık, tuzaklar, huzur bulamayan aşklar, kurban konumuna düşen başroller, kahkahalar atan kötü karakterler… Sırf bunlardan oluşmuyor tabi diziler, ama izleyiciyi çeken biliyoruz ki bu entrikalar ve duygu sömürüsü. Öyleyse düşünmek lazım neden bunları izliyoruz? Ve daha da önemlisi, bunları izlemek bizi nasıl etkiliyor?
Ağlayan, acı çeken birini gördüğümüzde ne olur? Ya yaşadığımız acılara ortak bulduğumuzdan rahatlamış hissederiz. Ortak bir yanımız yoksa bile duygudaşlık yapar, biz de onunla beraber üzülürüz. İçimizdeki bir yanla ise onun ağladığına, çektiği acılara seviniriz, çünkü bu sayede kıyas yaparak kendimizi daha ‘iyi’ bir konumda hissederiz. Reddetmeye lüzum yok, iki zıt da aynı anda vardır içimizde, yoğunluğu kişiliğimize, o anki halimize göre değişse de. dedikodu tam da bu yüzden kültürümüzde insanların 20 altına değişmeyeceği bir huy sanki. Zihin sayısal işlediğinden iyi olduğumuza, hissettiğimize kanaat getirmek için başkalarının kötü olduğunu görmeye ve kıyasla üstün gelmeye ihtiyaç duyuyor. Bilinçsizce bir süreç bu, o yüzden savunmaya geçmeye lüzum yok, insan böyle sadece. Veya şöyle diyeyim: şimdiye kadar böyle öğrendik.
Toplum Kodlama
İnsan, davranışlarını çevresindeki insanları izleyip taklit ederek edinen bir canlı. Bu yüzdendir ki örneğin bir ailenin çocuğu etrafında sergilediği davranışlara dikkat etmesi çocuğun gelişimi için oldukça önemlidir. Bu yüzdendir ki arkadaş seçimine dikkat edilmesi önerilir. Hamurumuz böylece şekilleniyor. Çünkü İyi kötü ayırmadan hatta farkı algılamadan, kabul edilmek ve sevilmek adına gördüğümüz örnekler gibi davranırız. Bu zihnin bilinçsizce yürüttüğü bir işlemdir ve her ne kadar kendimizi etkilenmez sansak da bu elimizde olan bir seçim değildir.
Bunu göz önünde bulundurarak dizilerin bize, özellikle de iyice yumuşak hamurlu çocuklarımıza neler öğrettiğini bir gözden geçirelim. “İyi olan hep acı çekiyor, bu hayatta kazanmak için kötü olmak lazım.” “Erkekler aldatır, olsun eninde sonunda affedilir. Haşa, kadın aldatırsa affetmek erkekliğe yakışmaz” “Evlilik dışı cinsellik, erkek yaparsa sorun değil, kadınsa hor görülür. Hele hamile kalan kız dayağı, evlatlıktan reddedilmeyi, hatta ölümü hak eder.” “Zengin olmak, zenginliğini, itibarını korumak için her türlü çirkin yol mubahtır” …
Dizilerin önerdiği mesajlar bunlar olmayabilir, sonuçta iyi karakter – kötü karakter diye bir ayrım var ve hangi davranışın kime ait olduğu belli. Entelektüel olarak bu böyle olabilir, ama dediğim gibi davranışları görerek öğrenen bilinçaltı için böyle bir ayrım yoktur. Bu durum tıpkı sigara içen bir babanın oğluna “Sigara içmek zararlıdır yavrum sen sakın içme” demesine benzer. Çocuk bilinçsizce duyduğunu değil gördüğünü örnek alacaktır.
Gördükçe insan alışır.
Bu durumda dizilerin neleri normalleştirdiğini, meşrulaştırdığını fark edelim. Tecavüz, kadını aşağılama, şiddet, yalan dolan… Yalnız bunlar yok elbet dizilerde, ama bunlar düşününce bana en korkutucu gelen gizli öğretiler, karakterlerin davranışlarında saklı değerler. Gördüklerimiz, “dış dünya”ya dair öğrendiklerimiz bizi, yani toplumu kodlar. Bu durumda dizi yapımcılarının topluma etki etmekte çok büyük bir gücü var demektir. Hatta bu gücün doğurduğu bir sorumluluk!
Kapitalizmin yayılmasında en büyük etkenlerden biri, bu kültürün merkezi olan ülkelerde medya sektörünün bu gücün farkına varmış olması ve bu gücü tüketim hastalığını yaratmak adına kullanmış olmalarıdır. Ve onları örnek alan daha birçok ülke daha, medya unsurlarını çıkar döngüsünün işine gelecek fikirleri ve davranış biçimlerini empoze etmek için kasıtlı olarak kullanılır. Dizi senaristlerimiz toplumumuzu çöküşe götürmeye çalışıyor demiyorum, ancak farkına varılmayan güç bilinçsizce kullanılırken kolayca tehlikeli bir silaha dönüşebilir. Fikrimce ülkemizde medya araçlarının, özellikle de dizi sektörünün sorunu bu.
İzlediğimiz, sevdiğimiz karakterlerle kendimizi bağdaştırıyoruz. Hayatımızda kendimizi bu rollere koyuyor, gözyaşı dökecek dramalar yaratıyoruz. Kurban konumu en çok başrole yakıştığından, başrolü olduğumuz hayat hikayemizi sıklıkla kurbanı oynayacak şekilde yorumlamaya meyil ediyoruz. Kimilerimizin gerçek hayatta yaptığı dedikodular yetmiyor, dizilerdeki karakterler gerçekmişçesine çekiştiriliyor. Tüm duygular kendini arttıracak şekilde etki ettiğinden acımız daha çok acı izlemeye, bu titreşimi daha çok arttırmaya itiyor bizi. Bir bağımlılık gibi, içimizde beslenen bir canavar misali, bu titreşim arttıkça da hayatımıza daha kuvvetle başka acıları çekiyor. Dizilerde ortaya konan olguları bir renk, örneğin mavi diye adlandırırsak, her çevirdiğimiz kanalda maviye bakar, maviyi koklar, maviyi konuşurken, kısacası maviye bulanırken, hayatımızın da iyice mavileşmemesi mümkün mü?
Kısır Döngünün Sonu
Peki tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan? Yani bizim toplumumuz dizilerde gördüğü için mi bu davranışları sergiliyor, yoksa zaten bunlar hayatta olan şeyler olduğu için mi dizilerde bunları görüyoruz? Cevap bana kalırsa açık: bu ikisi birbirini besleyen bir döngüdür. Kültürümüzde bu algılar yaygın çünkü bugüne kadar bunları görüp iyileştirmeden yineledik, ve bunu yapmaya devam ettiğimiz sürece de kültürümüz bu şekilde olmaya devam edecek. Öyleyse konu burada diziler nasıl olmalı sorusuna dönüyor. Yani hayatımızın ve toplumun rengini değiştirmek istiyorsak ne yapılması gerek?
Belli ki kötüyü konuşmaya, göstermeye, yinelemeye devam ederek onu dönüştüremiyoruz. O halde iyiyi, iyileştirici olanı, çözümü konuşmanın ve göstermenin zamanı gelsin artık. Özgecan’ın ölümünden bir süre sonra babası bir televizyon programına telefonla katıldı. Son söylediği sözler o kadar önemliydi ki, kulak verilmeden geçip gidivermesine gönlüm elvermedi. Zihnimde yankılanıp durdu bu doğruluğuna kalpten inandığım sözler, :
“İnsanın sadece özgürlüğünün kısıtlanması o suçu bir daha işlemeyeceği anlamına gelmiyor. O suçu onun içindeki hangi değer, hangi varlık sebep olmuşsa onun cezalandırılması gerekiyor. Yani nefsinin ıslah edilebilmesi için, hani “şiddeti konuşacağız” dediniz ya, şiddet yerine o insanların nasıl terbiye edileceğinin konuşulması bence daha iyi olacak.”
Acılar, entrikalar ve gözyaşı kadar, gelişim, dönüşüm ve iyileşmek de hayatın gerçekleri. Öyleyse salonumuzdaki büyülü pencereden gördüklerimiz bunlar da olabilir pekala. Farkına varmaksızın gönüllüce aldığımız bu zehir, tam tersi radikal bir şifa olma potansiyeline de sahiptir. Örnek almanın toplumu iyileştireceği karakterlerin özendirildiği diziler, bizi bilinçlenme yolunda kodlayan davranışlar izlediğimizi hayal edelim bir. Neticesinde fikrimiz, zikrimiz, duygularımız, enerjimiz bu yönde yoğunlaşır, hayatımız ve dolayısıyla kültür de bu yönde dönüşür. Hep birlikte yaratmaya koşullandığımız acı batağından çıkıp kişisel huzura, feraha erebiliriz. Ve bu gerçekten de bu kadar basit.
Bu durumda dizi yapımcılarına büyük bir rol düşüyor. Ama bilinçlenmek ve bilinçlendirmek, yükselmek ve yükseltmek hepimizin rolü aslında. “Battı balık yan gider” deyip yaşamımızı dönüştürmek üzere sorumluluğumuzu reddetmek de mümkün, kelebek etkisine güvenerek ufak da olsa bir adım atmak da. İzlediklerimizi seçerek, alışkanlıklarımızı yinelemekten özgürleşmek de elimizde, yayın akışına yön vermek de kendimizden başlayarak toplumu ve yansıttıklarını değiştirmek de.
O halde hepimize dönüşüm için kolay gelsin, Allah irademize kuvvet versin.