Sizce din nedir? Hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm. Kanaatimce din; “nitelikli, iyi, dürüst, çalışkan, şükreden” gibi özellikleri olan insan yetiştirmek üzere, geldiği dönemin toplum şartlarını düzenlemeye çalışan metinler ve ritüeller bütünüdür.
Sevgili okuyucular, bir Ramazan ayını daha geride bıraktık. Almak isteyen için pek çok mesaj içeren Ramazan ayının ardından eski düzene dönülecek mi? Ramazan’da -ister istemez- irade hususunda daha dikkatli olan Müslümanların dikkati tekrardan dağıtılacak mı? Bu sorular kafamda dolaşırken, Muhafazakarlık Meselesi adlı yazımın, ikincisini yazma hevesi oluştu. Sizlerle yeniden din felsefesi üzerine konuşacak olmanın heyecanı ile bu satırları yazıyorum.
Din dediğimiz…
Dinler ile ilgili belki de en büyük yanlış; her dinin kendini, diğerlerine görece daha rafine ilan etmesidir. Oysa tek yaratan inancını savunan dinlerin birbirlerini bütünlemeleri dışında verdikleri mesajlar varsa, zaten kendisiyle çelişir. Tek yaratan, tek amaç, tek niyet, tek sistem olduğu sürece varılmak istenen hedef benzerlik göstermelidir ki bu zaten böyledir. Din olgusunun varlık sebebini sorgulamadan herhangi bir dine inanmak, bazı eksikleri barındırmaktadır.
Sizce din nedir? Hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm. Kanaatimce din; “nitelikli, iyi, dürüst, çalışkan, şükreden” gibi özellikleri olan insan yetiştirmek üzere, geldiği dönemin toplum şartlarını düzenlemeye çalışan metinler ve ritüeller bütünüdür. Bu haliyle, içerisinde eğitim faktörünü de barındıran, temel bir insan kaynakları ve seçme yerleştirme sistemi gibi yapılandırılmış olduklarını söyleyebilirim.
Pek çok din, Anadolu topraklarında insan-ı kamil dediğimiz, yetişmiş insan, makbul insan modelini, dünya barışına hizmet edecek şekilde hakim kılmak üzere şekillenmiştir. Buradan hareketle, dinler tarihinin dönemsel olarak şekillendiği ve yüce yaratanın makbul insan, iyi insan, nitelikli insan yetiştirmek üzere indirdiği bu kurallar bütününün, tarih içerisinde farklılıklar arz etmekle beraber, bir ortak yol, bir ortak amaç için sistemleştirildiğini söylemek, sanıyorum yanlış olmaz.
Varmak istediğim nokta şu ki; din kavramı, yüce yaratanın tarihte tekerrür ettirerek bize göstermek istediği, farkına varmamızı istediği, sahip olmamız ve olmamamız gereken özellikleri içeren bir ortak gündem taşır. Bu gündem, on emirden tutun da Kabe’ye, Tibet topraklarına kadar çok çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Her din, İslam dininin zemini ile birebir aynı olmayabilir. Belki de aynı yaratan (Allah) inancına sahip olmayabiliriz. Ancak karşılaştırmalı dinler analizi yaptığımızda göreceğiz ki; yaratan ve yaratılan sistemini anlamaya çalışan ve bunu dinleştirebilmiş tüm felsefeler, bazı ortak gündemlere ulaşmaktadır. Bu durum, son din olan İslam’ın ana gündemiyle de benzerlikler taşımaktadır. Bu, ayrıca yüce yaratanın mesajlarının en önemli yanlarını da yansıtmaktadır.
Nedir bu gündemler? Adalet, kul hakkı, emeğin karşılığını vermek, barış, dürüstlük, bilgiyi yaymak, irade gösterebilmek… Peki sormak isterim, bizim dinimiz de dahil olmak üzere, halkın içinde en çok tartışılan, en çok kabul gören, en çok tartışmaya sebebiyet verenler, bu yukarıdakilerden hangileri? Binlerce yıldır gelen elçilerin, yazılı metinlerin, kutsal kitapların gündemindeki konular, din diye bize sunulan tepsinin içerisinde ne kadar yer tutar? Üstelik İslam dini kendinden önceki bütün elçileri kabul ederek, o dinlerin bir toplamı ve nihayeti niteliği taşırken!.. İslam dini, yaratanın, değiştirilmemesi için bizzat koruyucu olduğu ve dinlerin en sonuncusu vasfı taşırken, kaçımız İslam’ın gündeminden haberdar yaşıyoruz?
Hepimiz inananız, hepimiz İslam’ız…
Yazının devamında, İslam kelimesini kullanırken, salt Hz. Muhammed ile başlayan bir öğretiyi değil, Hz. İbrahim ve hatta Hz. Adem ile başlayan, bir nevi Allah’a tam teslimiyet süreci, insan-ı kamil yetiştirme sistematiği olarak kullanacağım. Hz. Muhammed, İslam dininin son peygamberidir ancak ilk peygamberi değildir. Kuran’da pek çok yerde görebileceğiniz gibi bütün iman edenlerin genel adı Müslümanlardır. Allah, Kuran’da iman edenlerin, iyi işler yapanlarının tümüne genel olarak “İslam” der. Yani Allah’a kulluk yoluna gidenlere… Bu anlamda Kuran’da Hz. Musa ve Hz. İsa döneminde de inananların Müslüman olarak anıldığını görmek mümkündür (bkz. A’RÂF-125-126).
Buradan hareketle “dini üstünlük” diye bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İnanç üstünlüğü diye bir şey yoktur, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Allah yoluna düşen herkes, Allah ve diğer yarattıklarına eşit mesafededir. Bunu hac ritüelinde de görmekteyiz. Ne olursan ol, kim olursan ol gelir, halkın arasına bir bez parçasıyla karışırsın ve bir eşitlenme ile salat edersin. İşte gerçek İslam’ı aramaya buradan başlamalıyız.
Allah yolunda indirilmiş ve/veya oluşturulmuş tüm dinlerin ortak özellikleri olduğundan söz ettik. İslam dini, değiştirilmemiş kutsal kitabıyla elimizde o kadar büyük bir nimet ki… Biz inanıyorsak, inançlıysak elimizde öyle anlamlı bir kutsal kitap var ki… Peki bizim gündemimiz ne? Kuran, kendi içerisinde bile “hadislere mi inanmaktasınız?” diye sormakta iken biz, Kuran’ı bir kenara bırakıp kendi dinimizi, hangi yetkinliğe sahip olduğu belirsiz insanlardan dinliyoruz. En güvenilir kabul edilen hadis kaynaklarından Buhari bile Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra çölde dolaşarak dinlediği hatıralara dayanarak yazılmışken; değiştirilmeyeceği Allah tarafından taahhüt edilmiş Kuran’dan bu uzaklaşma neden?
Neden Kuran’dan uzaklaşıyoruz?
Sadece mevlütlerde anlamadan dinleyerek ya da sonradan öğrenilen az bir Arapça ile okuyarak, Kuran’ın hakkının verildiğini düşünüyor musunuz? Allah’ın, bizlerin anlaması için koruduğu Kuran’ı bir put gibi evin bir köşesinde saklamak içinize nasıl siniyor? Kuran’ı eline alıp birkaç çevirisini karşılaştırarak, üst üste defalarca okumadan dindar olduğunu sanan bir toplumun, Kuran’dan pasta yapıp yemesi çok doğaldır. Bu kişiler sağlıklı ve Allah sevgisi odaklı bir iman eğitimi almadan, sadece, sonradan eklenen bir takım kurallarla zihinlerini bulandırmış ve Kuran gündemiyle alakası olmayan kişilerdir. Bu kişilerin benzerleri, üzerinde Allah yazan pide yer, IKEA’dan aldığı malzemelerle Kabe maketi yapar. Bu gruplar birbiriyle anlaşır. Bu seviyeye geldikten sonra da onları bir daha sağlıklı bir imana döndürmek mümkün değildir. Kuran’da bu yazıyor desek umurlarında olmaz, olmuyor da…
Yıllardır tutulan oruçlar, kılınan namazlar, edilen dualar gerçekten dua olsa idi, İslam dünyası bu halde olur muydu? Bunca yıl dua adı altında sadece gırtlak şovu yapıldı. O bağırıp çağırmalar gerçekten dua olsaydı, bu ülkede ahlaksızlık, hırsızlık, kaçakçılık, ensest, çocuk evliliği, cinayetler bu halde olur muydu? Maalesef bugün, İslam dünyasını, aynı semte 19 cami yapan ama bir defa Kuran’ı anlamak için alıp eline okumamış, uydurma hadis dindarları temsil ediyor.
İbadet Allah için midir yoksa toplum için mi?
Din kavramını yukarıda konuşmuş olduğumuza göre biraz da İslam dininin gündemine değinerek, naçizane kendi incelemelerimden birkaçını sizinle paylaşmak isterim. Bahsettiğim üzere maalesef dinlerin gündemi ile o dine mensupların gündemi birbirinden farklı. Kuran, fıkıh ile çok farklı bir gündeme sahip. Genelde, inananlar teferruatlar ile alakadar olurken, dinin vurgusunu kaçırıyorlar.
Örnekse, Kuran bütün vurgusuyla mal paylaşımını salık verirken Arap dünyasının liderlerinin içerisinde bulunduğu zenginlik neden kimsenin itirazına konu olmaz? Ya da adalet Kuran’da önemli bir vurguyken, onlarca adaletsizlikte neden %90’ı Müslüman olan halkımız sokaklara dökülmez? Kadın tecavüzlerinde neden Müslüman ümmet adliyeyi basmaz? Ama Sivas’ta yazarlar yakılır ya da oruç tutmayanlar dövülür… Allah kelamının nurundan uzaklaşmış, bir garip yığıntı olduk. Kuran’ı Arapça okumanın faziletli olduğunu savunanlar tarafından iyice okumaz etmez bir okuma tembeli olduk.
Bir Diyanet Vakfı, Kuran mealinde, içerisinde edebiyatçı ve ilahiyatçıların bulunduğu 4 akademisyenin, kesin kanaate varamadıklarından, ayetlerin bazılarının gelebileceği anlamları parantez içerisinde verdiği durumda, sonradan öğrenilmiş bir Arapça ile neyi okuyorsunuz Allah aşkına? Yeri geldiğinde anadili Arapça olan bile anlayamayabilir, daha doğrusu yanlış anlayabilir. Bugün bir Türkçe öğretmenliği mezunu ile “Türk Dili ve Edebiyatı” mezunu arasındaki fark nedir? Kendi diliniz bile olsa o dilde yazılmış bin yıl önceki bir metni anlamak için biraz dönemin edebiyatına, şiirine, latifesine, tarihine hakim olmak lazımdır. Ama şimdi sor köşem camisinin imamına, sana her şeyin en kesin cevabını versin! Madem ki bilimsel bilgiler içeriyor, bu bilgiler söz gelişi coğrafya, biyoloji, tarih konularında, bu halde elbette bilimsel yöntemler ile incelenmelidir, incelenebilmelidir. Bu sebeptendir ki, her daim Kuran’ın mutlaka belli bir akademik kadro ile çevrilmiş ve birkaç farklı çevirisini karşılaştırarak ilgili ayetlerde verilmeye çalışılan mesajları almaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama kimin umurunda ki? Günümüz Müslümanlarının kusursuz Kuran’ı sınırlandırdığı nokta oruç, kurban, abdest. Kandillerde iki gırtlak şovu, kimse de bir şey anlamaz “ne güzel okudu hoca” der, kandil biter, herkes konserden çıkmış havasında kendi hayatına devam eder.
Toplum, nelere inanacağımızı kodluyor
Bu bölümde sizlerle, hadislerle bizlere dayatılmış inanma refleksinden söz etmek istiyorum. Ne kadar ilginçtir, sokakta yaşayan bir din var, kimse bunun kutsal kitaptaki referansını bilmiyor. Bir gelenek olarak beynimize kodlanan sınırlardan çıkamıyoruz. Bir yorum yapmak durumunda olduğumuzda, toplumun yüklediği kodlar kadar yorum yapıyoruz. ” Yok ya, olsa olsa böyledir” gibi gibi fikir üretmeden, toplumun geleneği kadar yorum yapabiliyoruz. Bu satırları okuyan pek çok kişi de eminim bazı şeyleri yadırgıyor. Fakat neyi yadırgıyoruz ki? Yadırgadıklarımızın doğrusunun referansı ne? Kuran mı? Yoksa sokaktaki gelenekler mi? Din eşittir ibadettir diye bir mesaj kim tarafından verilmiş? Biz Allah’ın biricik sevgilisi isek, Allah’ın halifesi isek (Bakara 2/30) ibadeti ona yakınlaşmak için, yani kendimiz için yapmalıyız. Yoksa Allah adına yeryüzünde cinayet işleyip adına kurban demenin bir anlamı yok!
Üzülürek söylemek isterim ki; bizlere ibadetmiş gibi kodlanan şeyler, Kuran’da ibadet adıyla geçmez. Bize ibadet yükümlülüğü, Allah adına yeryüzünde güzel işler yapma refleksi olarak işlenmedi. Bize ibadet, doğmadan yüklenilmiş bir borç gibi işlendi. Borcunu öde, cennete gir şeklinde yaşanılıyor ibadetler. Fazladan ibadet yapıp Allah’ın gözüne girmeye çalışıyorlar. Kredi kartı bonusu gibi görülmeye başladı artık ibadetler.
Kuran’da sayıca çok fazla yerde “Aklınızı kullanmaz mısınız” demesinin nedenini çok iyi anlıyorum. Bakınız, Kuran’ın hiçbir yerinde ve Hz. Muhammed’e yapılan hiç bir atıfta böyle bir ibadet listesi açıklanmamıştır. Bizim İslam’ın 5 şartı olarak bildiğimiz ibadetler ise Kuran’da ibadet adıyla geçmez. Bunlar ritüeldir. Kaldı ki böyle bir liste yok, bu ilaveten-oluşturulmuş bir liste. Kuran, bizim ibadet diye bildiğimiz namaz ve oruçtan bahsederken “Nüsuk”, “Menasik” kelimelerini kullanmıştır. Yani birbirini tekrar eden, yeri ve zamanı belli olan eylemler dizisi. Bu anlamda bunların tamamı Kuran’da vardır. Ancak salt ibadet kelimesiyle yan yana kullanılmaz. İbadet kelimesi 200 civarı yerde geçer ancak namazla, oruçla, kurbanla beraber kullanılmaz. Ama bunlar birer ritüel olarak Kuran’da vardır. Yerine getirmeyenler için cezası yoktur. Kuran asla oruç tutmamanın cezası şudur demez. Cezası olmayan bu ritüeller bizi Allah’a yakınlaştırmak içindir. Allah’ın razı olacağı makbul insanın yetişmesi içindir.
Peki bu, bizim toplumumuzda böyle midir? Oruç tutarken sahura kadar oturup, oruçlu olunması gereken saatleri uyuyarak geçirenler? Kurbanı bir yardım unsurundan çıkarıp bir cinayet gibi işleyen ve hayvanın en lezzetli yerini kendine ayıranlar? Salat kelimesiyle karşılanan namaz, en güzel anlamıyla, Allah’ı anma, hissetme, zikretme, onun huzurunda hazır bulunmak iken namaz vaktini kaçırmamak için otoyolda kaza yapanlar? İşini gücünü bırakanlar?
İslam dini, daha kelime manasıyla başlayarak selamın dinidir. Şimdi sokağa çıkıyoruz, odun suratlı insanlar! Bunlar dini nereden öğrenmişler? Yine İslam Allah’a tam teslimiyet dinidir. Ama bu teslimiyeti en güzel anlatması gereken bir Diyanet İşleri Başkanı milyonluk arabaya biniyor! Bu şimdi İslam mı? Bırakın Allah’a teslim olmayı, iş yerini kapayıp cuma namazına gidenler kazançlarından daha fazla olmamak için farz bölümünü kılıp çıkarlar. Daha namazın, Allah’ın bizi kabul etmesinin yüce mesajına varamamışlar. Allah’ın huzuru bile onların işlerinden daha önemsiz! Bu mu? Dinin geldiği yer bu mu? En rafine din, en kusursuz kitap, en güzel ahlaka sahip peygamber ve %90’ı müslüman bir ülke; geldiğimiz yer ortada. Eğer oruç ritüelini gerçekleştiren bir inanan, Ramazan ayının girişi ve çıkışında aynı insansa, bu kişi aç kalmaktan başka ne yapmıştır? Mal biriktirme üzerinde, paylaşım üzerinde, adalet üzerinde, insanların fırsat eşitliğinde ve özgür yaşayabilmeleri üzerinde toplumda ne gibi bir değişiklik olmuştur? Hiç bir değişiklik olmadıysa, ibadetler yerini bulmuş mudur?
Reformist ve gelenekçi yaklaşım
Dikkatimi çeken ve bana umut veren bir gözlemimi yazmak istiyorum. İnsanlar, yavaş yavaş teferruattan ziyade, iyi işler yapma ve iyi insan olmanın prim yaptığı bir din inancına doğru evriliyor. Bu çoğunlukta hakim değil belki ama bana umut veriyor. Dinin merkezine Allah sevgisini yerleştirip “tamam şimdi ne yapıyoruz” diyen insanlar, dinin merkezine Allah korkusunu yerleştirip “tamam hocam, yanmamak için işe nereden başlıyoruz?” diyen insanlara göre umarım giderek çoğalır. Sözü geçen yaklaşımı reformist yaklaşım olarak adlandırıyorum.
Söz dine geldiğinde “bir dakika, burada yanlış giden bir şeyler var” diyebilen kişiler onlar. Gelenekçiler ise daha çok komşuya, arkadaşa bakan ve çoğunluğa uyma gayretinde olanlardır. Oysa bir şeyin sayıca fazla olması bizi anlamlı bir sonuca ulaştırmaz . Üstelik Kuran yeryüzündeki çoğunluğun, zan ile hareket edebileceği için bizi Allah yolundan saptırabileceğini 1500 yıl önceden söylemiştir (En’am 116). Hatta insanların çoğunluğunu cehennem için yarattığını da söylemektedir (bkz. A’raf 179). Ancak gelenekçiler için geçmiş, atalar ve dedelerin neler yaptığı daha önemlidir.
Reformistler ise görece, geçmiş dönemlerle günümüz arasındaki farklılıkları ayırt edebilirler ve daha modernist uygulamalara evrilebilmektedirler. Burada önemli bir nokta var; reformistler bazen, ritüel ve ibadetlere yaklaşırken, referansı yine gelenekçilerden almaktalar. Yani modernist yaklaşımları gelenekçi uygulamaların üzerine kuruyorlar. Örneğin dinin sadece öldür anlamında bir kurban kesme ritüelinden bahsetmediğinin hissiyatında, fakat var olan kurban ritüelinin nasıl şekillendiğini salt ritüelin kendi içinde araştırmaktansa gelenekçi uygulama üzerinde makyaj yapmaya çalışıyorlar. Yani bazı ritüeller yanlış olabilir, din bunu emretmiyor olabilir, bir şeyler ters gidiyor bunun farkındalar ama bazı ritüelleri yine bu gelenekçi kesimden transfer ediyorlar.
Burada düzelmeye başlamasını ümit ettiğim bir çelişki olduğunu düşünüyorum. Gelenekçiler var olan uygulamayı olduğu gibi kabul etmeyi severler. Nedir ki, ritüeller ve tapınma şekilleri yıllar içerisinde değişiklik göstermektedir.
Zamansız bir dine inanarak sonsuzluğa gitmeye çalışırken, bir dönemin yorumcularının gelenekselleştiridiği ve detaylandırdığı ritüellere bağlanma noktasında daha dikkatli olmamız gerektiği kanaatindeyim.
Bundan 300 yıl sonra yapılacak din uygulamaları, bundan 300 yıl önceki ile bir olmayacaktır. Toplum ne kadar tutucu olmaya çalışsa da olmayacaktır. Oysa mesajlar sabittir, evrenseldir, zamansızdır. Bu bağlamda, ritüeller -her ne kadar- toplumun bir kültürü olsa bile, gelenekçilikte çok fazla tutucu olmamak daha az çelişkili bir durum olacaktır diye düşünüyorum.
Toparlayacak olursak
“Manasını bilmeden ibadet yapan kişi, değirmen döndüren eşeğe benzer”
Değerli okuyucular, yukarıda konuştuklarımızı özetlemek gerekirse; dinler Allah’a varma yolunda araçlarımızdır. Dinin kendisi bir amaç değildir, bir nihayet de değildir. Dini metinler ve ritüeller ancak bizi Allah’a yakınlaşmaya ve onun halifesi olma unvanına yakışır bir insan olmaya sevk ediyorsa işe yarar demektir.
Bir İslam alimi, kitabında “manasını bilmeden ibadet yapan kişi, değirmen döndüren eşeğe benzer” der. Ne güzel söylemiş. Bizim manasına varabilmemizin yolunun da sokak hurafelerinden ve kredi kartı bonusu gibi sevap hesabı yapan hocalardan geçtiğini sanmıyorum. Sırf, Kuran Arap yarımadasında indi diye onlara özenmeye, onları bilirkişi gibi görmeye ihtiyacımız yok. O coğrafyada çok makbul insanlar yaşasaydı, Allah’ı bin tane peygamber yollamak zorunda bırakmazlardı.
Allah, Kuran’da, onu okumamız ve -başka tartışmalara girmeden- anlamamız gerektiğini, anlamak niyetiyle okumamız gerektiğini ve Kuran’ın açık olduğunu pek çok yerde anlatmıştır (Enam 126, Kehf 54, Maide 15, Zümer 27). Kuran’ın mesajları açıktır. Bunlar yaratanın yüce sisteminin temel taşlarıdır. Bunları anladıktan sonra detaylarını da öğrenmek için Kuran’a bakınız, gerekirse birkaç çeviriyi karşılaştırınız. Lakin Kuran’a bakınız. Hurafelere, hadis dininin hocalarına değil. Dini, Allah sevgisi için yaşayalım, Allah korkusu için değil. Ucunda ateş var diye değil, ucunda Allah var diye yaşayalım… Gerçek bir dindar için ibadet sahası tapınaklar değil yeryüzüdür. Eğer dindarlar, gerçekten makbul insan profili çiziyorlarsa, gerçekten Allah’ın seveceği kişilerse, bunu gösterecekleri yer; duvarlar arası değil, yeryüzünün kendisidir. Bütün dünya ibadet sahasıdır. Dindar olmak isteyen herkes için; buyurunuz hodri meydan…
Yazının Birinci Bölümü için tıklayınız