Varlığını onayladığımız hiçbir şey aslında yoktur. İnsan sadece bilinçtir, bir beden değil. Ya hayat bizim sandığımızdan farklıysa?
“Hayatı, kendi bilincimiz kadar anlarız…”
Paylaştığım bilgileri önce fark ettim ve arkasından uygulamaya çalışarak yolculuğumda ilerledim. Bunları seminerlerde katılımcılarla paylaştım ve onların da benim fark ettiklerimi fark etmelerini diledim. Dahası vardı, biliyordum ve bunun için her attığım adımda, yeniden bir bebek saflığıyla konulara yaklaşma becerisi geliştirmeye çalışıyordum.
Bugün bildiğim şekilde bir konuyu yeniden ele almam zaten anlamsızdı. Zira aynı şeyi, aynı şartlarla yaparak farklı bir sonuç elde etmek imkansızdı. Ben de her seferinde bildiklerimi sıfırlamaya çalışarak anlamaya çalışıyordum. Elbette bilinç altıma kayıtlı bir bilgiyi fark etmiyor olabilirdim, ancak hiç değilse fark ettiklerimi durdurabilirdim…
Sinema tarihinde benim için Matrix filminin özel bir yeri vardır. Bana kalırsa tüm ruhsal çalışmalara bakış açısını değiştirecek ve bu konularda yapılmış en şaşırtıcı filmdir. Bizim hiç bakmadığımız bir taraftan hayata ve yaşama bakmış ve yine hiç farkında olmadığımız yeni bir pencere açmıştır. Spiritüel konularda birçok çalışmalar ve araştırmalar yapan kişilere de ışık tutmuştur. Filmde bir üstadı canlandıran Morpheus, bunun nedenini de açıklayarak Neo’ya bir teklif yapar. Özünde, yaşadığı hayatın bir rüya olduğunu, kandırıldığını ve hakikatin bambaşka bir şey olduğunu söyleyerek iki tane hap sunar…
Haplardan birisi kırmızı, diğeri mavidir ve eğer mavi hapı alırsa hiç bir şey olmamış gibi yatağında uyanıp, dünya hayatına devam edebileceğini, eğer kırmızı hapı alırsa da çocukluğundan beri içini kemiren, bunun gerçek olmadığını içinde ona söyleyen, bu yaşamda bir tuhaflık olduğunu haykıran gerçeğe gözünü açacak ve bir daha asla bu rüyaya geri dönemeyecektir. Neo, kırmızı hapı ve dolayısıyla gerçeği anlamayı seçer…
İşte, Neo’nun öğreneceği gerçek şudur:
Biz, bütün hayatı sadece beş duyumuzla algılarız. Bazı materyalist düşünürler, duyularla algılanmayan şeylerin varlığını asla kabul etmezler. Onlara göre eğer bir şey varsa, duyularla algılanabilmelidir. Yine de hakikat, onların düşündüğü gibi değildir.
Beynimizdeki elektrik sinyalleri
Duyularımızla algıladığımız şeyler, beynimize giden çok küçük elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir. Her bir duyumuz, beynin içindeki kendi merkezine bir elektrik sinyali göndermek suretiyle, bize etrafta olup biteni algılatmayı sağlar. Gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, dokunduğumuz her şey sadece minik birer elektrik sinyalinden ibarettir. Şöyle bir düşünelim sizinle; eğer her şey çok küçük bir sinyalden ibaretse, büyüklük kavramı da sinyalin değişmesiyle ilgili olamaz mı? Gördüğümüz koskocaman dünya, hatta yıldızlar, uzaklık, derin okyanuslar, tepesi görünmeyen dağlar ve daha neler neler…
Hepsi sadece küçük elektrik sinyalleri… Üstelik bedenin hiç ışık sızmayan kapkaranlık bir bölümüne, yani beyine giden…
Beynimizi başımızın içinden çıkarıp, duyu merkezlerimize bir takım kablolar bağlasak ve bu kabloları da bilgisayara bağlasak. Bilgisayar; her görüntüyü, sesi, lezzeti, kokuyu ve teması gösterdiğinde, beynimize bu sanki gerçekten oluyormuş gibi sadece sinyal gönderse, sizce bunu gerçekten ayırabilmek mümkün müdür?
Biz gördüğümüz mesafeleri algılarken, gözlerimizi kendimizden aşağıya doğru çevirip, bedenimize bakarız. Varlığımızı, görsel olarak görüp onayladığımız için sorgulamadan kabul ederiz. Bize bütün hayatı ve büyüklüğünü anlatan tek yapı, içinde bize ait olduğunu düşündüğümüz bir beden olmasıdır.
Eğer bedenimizi bu büyüklüklerin içinde göremeseydik ne olurdu? Var olduğunu düşündüğümüz büyük alanların varlığından şüphe ederdik. Bütün ölçü algımız, kendimizi gördüğümüzü düşündüğümüzdendir. Her ölçüyü, kendi varlığımız üzerinden boyutlandırırız, oysa bu büyüklüklerin tamamı beynimizin en karanlık bölgesinde, birkaç santimetre küp alanda meydana gelmektedir.
Peki, madem bütün bunları beynimizle algılıyoruz, beynimiz bedenimizin dışındayken ona dokunabilir miyiz? Onu, bütün duyularımızı kullanarak algılamamız mümkün, öyle değil mi? Öyleyse bu durumda beynin de sadece bir algı veya bir elektrik sinyali olduğunu söyleyebiliriz. Yani ortada bir beyin de yok. Aslında ortada olduğunu düşündüğümüz hiçbir şey orada değildir. Sadece bizim algıladıklarımız vardır.
Bazı kadim felsefe düşünürlerinin ortaya attığı bir fikir vardır; “Büyük adamın içindeki küçük adam.” Savundukları şey, bedenin içinde birinin olduğu ve onun çok küçük bir boyutta olduğudur. O, bir takım düğmelere dokunmak vasıtasıyla bizim sinyallerimizi düzenleyerek hayatı gördüğümüz gibi algılamamızı sağlıyor, diye düşünmüşlerdir.
Şöyle bir bakış açısıyla bakmaya ne dersiniz? Varlığını onayladığımız hiçbir şey aslında yoktur. Olduğunu sandığımız şeylerin tümü, bizim bilincimizin algılarından ibarettir. Biz, her şeyi bilincimizin farkındalık genişliği kadar algılayabiliyoruz. Hayat, herkes için asla aynı biçimde yaşanmamaktadır ve bu da algıda seçiciliğimizdir.
İnsan sadece bilinçtir
İnsan sadece bilinçtir, bir beden değildir. Öldüğümüzde olansa, bilincimizin bu sinyallerden arınarak yeni kuralları olan başka bir rüya âlemine transferinden başka bir şey değildir. Bu, içinde olduğumuzu sandığımız dünyanın kuralları olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu kuralların çoğu, bu bilinç seviyemizle ilgili bir algıdan ibarettir ve biz başka bir bilinç seviyesine sıçrayana kadar da durum böyle devam edecektir.
Bu bilgi Neo’ya ilk başta çok ağır gelecektir. Anlamayacaktır. Aslında küçük bir şok yaşayacaktır ama yine de gerçek bundan başka bir şey değildir. En azından daha başka bir bilgi ile karşılaşıncaya kadar…