Gönlünüzü emanet ettiğiniz insanların, onlara olan inancınızı hak edene tevdi etmesini beklerken, sübliminal bir düzenin tutarsızlığından yana olan güçlerin planına alet olması ne garip ve ne acı…
Bir küçücük kız çocuğu…
Onun düşüncelerinde, onun hayallerinde aldatmak yok, aldanmak da… Var olan tek hakikat, bir küçücük kalbe sığacak kocaman bir aşk…
Belki de pembe hayalleri ile süslü bir aşk olacaktı yarınında düşlediği hakikati.
Nereden çıkacaktı, nasıl olacaktı; hiç düşünmeden görmediği yüz için resimler çizdi. Uzun boylu, ya da kısa boylu. Çirkin ya da güzel. Her bir resim farklıydı birbirinden. Benzer olan tek şey ise aşk, sevgi, sadakat ve inançtı.
O küçük kız çocuğu büyüdü…
Ve o inandığı kişinin hayaliydi belki de kendisini çevresindeki seslere karşı uzak kılan. Çok gürültü, çok iltifat ve çok kalp vardı etrafında, ama onun için hakikat ve tek gerçek olan şey, gözlerinin içine bakıp da ömür boyu o huzuru yaşayacak olduğu aşktı…
Kimine göre saçmalıktı… Kimine göre ise aptallık. Devir hangi devir… Al takke, ver külah misali, giyinilen kıyafetler gibi yoğun olan aşklar…
— Aaa, seninle elektriğimiz uyuşmuyor, ben başka bir kapıyı çalayım. Aaa, seninle de frekanslarımız çakışmıyor, ben başka gönle konayım…
Diyerek kapı kapı aşk diye şehveti ve yalanı dilenmeler… En nihayetinde ise saçma sapan bir gönül ve beklentilerin varlığın önüne geçtiği yüzlerle kurulu gelecekler…
Geride ise; kırıp geçirdiğiniz nice değerler…
Kalp artık kaybolmuş. Kaptırmış kendisini kapitalist bir düzenin içine de, yıpratmış hakikat olan sevgiyi ve saygıyı.
Hani bilirsiniz; atların ayağı sakatlandığında onu öldürürler ya, belki de beyaz atlı prensler de o atlarla birlikte ölüp gitti. Geriye ise yalnızca koca bir hayal kırıklığı ve acısı kaldı.
Şimdi beyaz atlı prens yok. Prensesler ise daha bir kaybolmuş… Aşkı da unutmuş, sevgiyi de… Her şeyden öte, ilk denilen bir şey yok.
Saflığı ve güzelliği temsil eden beyaz gelinlikler mi, onlar ise size çok kırgın…
Neden mi? O vakit bu genç kızın hayalleri versin cevabı…
Daha dün genç bir kız tanıdım. Onun en büyük hayali ise beyaz atlı prensiyle karşılaşıp, onunla tertemiz, masum bir yuva kurmak.
Ya kızı olacaktı, ya da oğlu. Ama çok mu çok iyi anne olmaktı tek arzusu. Eşi kapıyı açıp da yola çıktığında kafasını çevirip de ardına bakmayacaktı. Yani anlayacağınız o yuvanın temelinde güven ve sadakat kokacaktı. Akşam olup hava kararınca ise evinin bacasından huzur ve mis kokulu yemekler taşacaktı. Eşi eve geldiğinde hanımına iltifatlar kondurup, hayatında var olduğu için Allah’a şükürler yağdıracaktı. Çocukları ise güle oynaya onlarla birlikte mutluluk resimleri çizecekti. Sonra eşi hastalandığında onun eli, kolu, ayağı olacaktı. Kendisi hastalandığı zaman ise eşine yük olmasın diye hissettirmeden iyileşmeye çalışıp, ayakta dimdik duracaktı.
Annesinden öğrendiği gibi her gece başını yastığa koymadan önce dualar edecekti ocağımıza nefs ve şeytan uğramasın diye… Belki de o dualar onları tutacaktı ayakta ama onlar bir ömrü huzur ve sadakatle tamamlayacaktı.
Ama şimdi o kız çocuğuna bakıyorum da o kız çocuğu durgun, o kız çocuğu sessiz, o kız çocuğu kırgın. Çünkü; artık biliyor beyaz atlı prenslerin, atları gibi kalplerinin de öldüğünü. Artık biliyor, sadakat ve huzurun onlar için hiçbir şey ifade etmediğini. Artık biliyor beklentilerin varlığın önüne geçtiği bir kapitalist sistemde ne kadar yalnızlaştığını.
Belki alay ediyorlar, belki gülüyorlar, belki de acıyorlar kim bilebilir. Ama kız çocuğu biliyor ki, onun prensi ölmedi. Prens sandığı kişi ise; nefsin gölgesinde kalmış yalnızca bir karartı. Ve şimdi aydınlığa çıkma zamanı.
Yol doğru olduğu sürece, aydınlık ardından gelir misali, o yolunda yürümeye kararlı.
Peki ya siz?