Ahlaksız dünyada yolculuk: Savaş olmadan 26 gün geçirmek

Kimi zaman bir köyde terörist sanılıp öldürülüyor çocuklar, yaşından fazlaca sayıda kurşunlar isabet ediyor çelimsiz vücutlarına. Kimi zaman açlıktan, an geliyor basit bir hastalıktan can veriyorlar; yoksulluktan, imkansızlıktan…

suriyeli gocmen cocuk savas multeciler ege akdeniz savaş

2016’ya girerken…

Yeni yıla sayılı günler kaldı. Koca bir sene boyunca yaşanan tüm sorunları bir kenara koyacağız, yıllardır olduğu gibi. Yine o iyi dileklerin özgürce havada uçuştuğu, o kısacık ama ümitvar zamanların peşine takılacağız içinde huzur ve mutluluk sözcüklerinin geçeceği. Şöyle hakça paylaşımlı, adaletli, savaşsız, çatışmasız, havası temiz temennileri son kertede iyi niyetli barış mesajlarıyla da süsledik mi tamamdır! Sonrası bildiğiniz terane. Umudu kaybedene dek…

Tüm pisliğe rağmen umuttan umudumu yitirmiş değilim. Nazım Hikmet, Bursa’da mahpustayken sormuş: “Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?” diye. Evet, umut ne olursa olsun insanda. Ve güneş her yeni güne doğuyor hala. Gelgelelim, insan öyle bir mahlûkat ki; var etmekten çok yok etmeyi, koruyup paylaşmaktan çok kendine saklamayı, sevmekten çok nefret etmeyi o denli fazla benimseyip içselleştirdi ki… Savaşmaya, paraya dair hırsı gözünü o kadar bürüdü ki… Ve sanki tüm bu yaşananlar o kadar olağan ki!


Son 300 yılda yalnızca 26 gün savaş yoktu

Tamam, neredeyse 5 bin yıldır savaşıyoruz. 1980’lerde Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün yayımladığı bir rapora göre insanlık son 300 yıl içinde savaşmadan sadece 26 gün geçirdi! Ama her şey daha bir kirleniyor sanki! En önemli buluşların dahi hep insanın bir diğerini öldürmesi için kullanıldığı dünyada, savaş alanları gençlere mezar olmaya devam ediyor. Çocuklara da öyle…

Kimi zaman bir köyde terörist sanılıp öldürülüyor çocuklar, yaşından fazlaca sayıda kurşunlar isabet ediyor çelimsiz vücutlarına. Kimi zaman açlıktan, an geliyor basit bir hastalıktan can veriyorlar; daha doğrusu yoksulluktan, imkânsızlıktan… Bazen Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesindeki gibi bir bombardımanın, bazen Yunanistan’daki gibi bir protestonun tam ortasında; bazense kanlı bir savaştan kaçarken son buluyor yaşamları. Suriye’deki iç savaştan kaçan çocuklar misali. Ege ile Akdeniz, gördükleri son mavilik oluyor vicdanların paslandığı şu dünyada.

aylan bebek aylan kurdi ege akdeniz suriyeli göçmenler mülteciler savaş

Aylan bebekten sonra ne değişti?

3 Eylül 2015 tarihini anımsayın. Öfkelenmek, insanlığımızdan utanmak ve elbette bir yandan da etraflıca sorgulamak için önemli, acı bir gündü. Üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin Suriye’deki savaştan kaçarken Bodrum sahillerine vuran cansız bedeni sarsmıştı herkesi. Evinden kilometrelerce ırakta, Türkiye üzerinden Yunanistan’a kaçmak oradan ise Batı’ya açılmak istemişti.

Aylan’ın ardından 70 çocuğun daha benzer şekilde hayatını yitirdiği söylendiğinde ise üstünden bir ay bile geçmemişti. Bitmedi, devam etti. Sadece Suriye’den değil, Ortadoğu’nun birçok ülkesinden; Irak’tan, Afganistan’dan kaçarak kurtarmaya çalışırlarken hayatlarını…

Çocuklar henüz büyüyemeden can veriyor

Didim’de göçmenleri taşıyan tekne alabora olunca altı aylık bir bebek henüz dün hayatını kaybetti. Onunla birlikte beş çocuk daha öldü. Çeşme’de ise beş yaşındaki Secide’nin cansız bedeni vurdu bu kez sahile. Bebekler, çocuklar henüz büyüyemeden can veriyor. Nazım 1956’da “çocuklar öldürülmesin/şeker de yiyebilsinler” diye bitirirken şiirini de böyleydi, hala böyle. Hatta daha vahimi… Savaşan devletlerin sayısı artıyor, savaştan etkilenen insanların sayısı artıyor. Gerçekten de her şey daha bir kirleniyor. Çünkü 18. 19. ve hatta 20. yüzyılın başındaki savaşlara kıyasla ölümler artık daha çok masum insanları, sivilleri buluyor. Devir, akıllı bombaların devri olsa bile…

Suriye’de iç savaş 5’inci yılına giriyor

Aylan bebek ve daha nicelerinin yaşama hakkını elinden  alan, onları yurtlarından koparan en önemli etkenin adı ise Suriye Savaşı. Neredeyse yarım asırdır ülkeyi yöneten Baas iktidarını ortadan kaldırmak için başlayan çatışmalar; çoktan savaşa evirilmiş bir halde beşinci yılına giriyor. Savaş, başta Amerikalı silah şirketlerine milyarlarca dolar kazandırırken, siyasi atmosferdeki belirsizlik Suriye’yi tüketip dünyanın dört bir yanına ekonomik – sosyal istikrarsızlık olarak yansırken, olan aslında yine çocuklara oluyor.

suriye-ic-savas-gocmen-cocuklar davutoglu avrupa birligi savaş

Kan donduran mülteci pazarlıkları

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük insani krizi en çok çocukları vuruyor.  Esad öldürüyor, IŞİD sadece insanları değil insanlığı katlediyor, muhalif olduğunu söyleyenler düşman askerinin kalbini yiyor, Amerikan – Rus savaş uçakları sürekli semalarda; kimi vuruyor, kimi kolluyor. Suriye’deki savaşı körükleyen Körfez ülkeleri sus pus, yanı başındaki komşularını ülkelerine kabul bile etmiyor. Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelere sığınan mültecilerin hali içler acısı, hepsi siyasete meze edilmiş halde.

Ankara’dan, Beyrut’a, Paris’ten, Londra’ya sokaklarda kan akıyor. Toplumlar birbiriyle acı yarıştırıyor, acılara tutunmak bile güçleşiyor. Avrupa, sınırına yığılan göçmenleri biber gazıyla kovalarken, Türkiye mülteci pazarlığından 3 milyar Euro gelir ve “vizesiz Avrupa” hayali elde ediyor hem de kameraların tam karşısında, koca bir zafer edasıyla. Barışın dili, sesi yükselmek bir yana, azınlığın o cılız mırıltısı çığlıkların içinde kayboluyor.

“Terörizmle savaş” ve “Şeytan Batı” söylemleri

Fransa’nın Sosyalist Parti’den seçilmiş Cumhurbaşkanı Hollande, Paris saldırılarının ardından “acımasız bir savaş” başlatacaklarından bahsediyor. Üçüncü dünyaya, Ortadoğu’ya “demokrasi” ihraç edenler, oy uğruna dünya üzerinde bir cehennem yaratısına soyunuyor. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’i çevrelemek için beslenen İslamcılığın, vakti zamanında CIA’in besleyip eğittiği İslamcı militanların on yıllar içindeki dönüşü bu yaşananlar; bir nevi bumerang etkisi. Çoğu devletin artık gizlemek için bile uğraşmaya gerek duymadığı bir ikiyüzlülüğün tezahürü. Yüzler değişiyor, isimler değişiyor, yönetimler değişiyor. Baki kalan tek şey ise Batı’nın “Terörizme karşı küresel savaş” şiarı ile Doğu’nun beynine zamkla kazınmış, yapıştırılmış “Şeytan Batı” resmi.

isis isid deas daes suriye ic savas ışid daeş deaş savaş

Özgürlüklerin kısıtlandığı, güvenlik harcamalarının, silah alımlarının zirve yaptığı dönemler hiç bitmiyor. Barbar IŞİD ya da diktatör Esad’ın karşısına dikilmiş medeniyet yularlı adamlar ve tayyörlü kadın(lar) kendi tarihi hatalarının farkına varmak istemiyor, çünkü herkes kendi resmi tarihini yazıyor bir şekilde… Tüm bunların yansıması ise ölümlü diyarlardan kaçıp farklı topraklarda ölen çocuklar, kadınlar, cephelere ne uğruna sürüldüğü belli olmayan gencecik, cahil bırakılmış dimağlar…


Her gün savaş varken, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü nasıl kutlanır?

Aylan’ın ve diğerlerinin fotoğrafına bakmak, o anı ölümsüzleştirip hafızalara kazımak ise “ölüm pornografisi” değil. İnsanlığın yıllardır süren aç gözlülüğünün, acımasızlığının trajik bir belgesi. Yüreğimiz acısa bile o fotoğraflara bakmak gerekiyor. Çünkü savaşlardan kaçan mültecilerin, minik çocukların kıyıya vuran o bedenleri aynı zamanda Avrupa’nın telaşe içindeki “acil durum” toplantıları demek, çözümsüz siyaset demek, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ihlali demek. O bedenler kavgacı dış politikaların, erozyona uğramış diplomasinin kaçınılmaz sonucu demek, o yalnız bırakılmış küçük eller eşitlikten yoksun, kendini tekrarlayan bir garip dünya demek… İnsanların birer küsurata dönüşmesi, şans eseri kurtulduklarında ise birçoğunun fuhuşa, kaçak işçiliğe, zorla evliliğe mecbur kılınması demek. Ve belki hepsinden mühimi, sığınmacıların ilk ayak bastıkları Avrupa Birliği ülkesine iltica hakkı tanıyan Dublin Sözleşmesi’nin gerçekler karşısında yalan bir belgeden ibaret kalması, sadece Avrupa değil birçok uluslararası kurumun iflası demek.

Peki, her şey bu kadar gerçek ve gerçek bu kadar karanlıkken nasıl umut eder insan?

Çünkü bozabildiği kadar değiştirmeyi de bilebildiği için…

Ne olursa olsun, düşünmeye, hareket etmeye hala cesaret edebildiği için.

Felsefe yapma diyenlere inat, kendisini filozof olarak görmeyen bir modern çağ bilgesinin, Ahmet İnam‘ın sözleriyle kapatalım: “İnsanlık adına en büyük ayıp olabileceği kadar olamamak, yapabileceği kadar yapmamaktır. Ben bundan daha büyük bir ahlaksızlık bilmiyorum. Bence tembeller ahlaksızdır, kötümserler de ahlaksızdır.”

Şimdiden iyi yıllar!


 

İlgili yazılar

Suriyeli Sömürge Ülkesi

Büyük Resmi Görmek: Emperyalizmin Güç Savaşları

Aylan Bebeğin Ardından (!)

Bir Elimde iPhone Bir Elimde Starbucks Savaşa Gidiyorum!

1. Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Aynı Cephelerde Barış Bir Rüya

Angela Merkel’in Mülteci Korkusu

Vicdan Sularda Boğuluyor


Mare Nostrum’da Kan Rengine Dönen Umutlar


Dora Mengüç
Orhan Veli’nin bir belediye çukuru yüzünden öldüğü 14 Kasım 1950’den tam 34 yıl sonra İstanbul’da doğdu. O gün Türkiye Futbol Takımı, İnönü Stadyumu’nda İngiltere’ye 8-0 yenildi. Çocukluğu Beşiktaş ile Kadıköy arasında geçti. Bir zamanlar Taş Mektep diye anılan Göztepe Pansiyonlu İlköğretim Okulu’ndan mezun oldu, Nazım Hikmet’ten tam 80 yıl sonra. Şiiri ve edebiyatı seviyor, 13 yıldır gazetecilik yapıyor. Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler yüksek lisansına devam ediyor. Siyasete, topluma, dünyaya, kadına ve hak ihlallerine dair haberlerle ilgileniyor. Mengüç; evli, pek mutlu, biraz kızgın ve olabildiğince gezgin yaşantısına “enseyi karartmadan” devam ediyor.