Hepimiz deli olarak doğarız. Sonra ahlak ediniriz; durgunlaşıp aptallaşır ve mutsuz oluruz. Sonra da ölürüz. – Lawrence Durrell
Ya siz, onlardan mısınız?
Tarihin evrilme basamaklarında yaptığı yolculuğu süresince, kendisine atfedilen değersizliğe ve normalleştirme uğraşlarına karşın bir yer bulma çabasıyla, oradan oraya savrulmuştur “delilik“. Rönesans’a değin “delilik” olarak addedilen davranışların nedenleri, kötü ruhlarda, şeytanda, kötü tanrıçalarda ve büyücülerde aranmıştır.
Rönesans’la yeşermeye başlayan aydınlığın etkisiyle, deliliğe ait tutumlarda büyük değişimler gözlenmiş; hatta “delilik” yazarlar, sanatçılar, hekimler arasında kabul görmeye başlamıştır. Öyle ki o dönemde filizlenmiş Erasmus’un “Deliliğe Övgüsü” ve Cervantes’in “Don Kişot’u, bu duruma yakından tanıklık etmiştir. Rönesans’tan günümüze dek uzanan zaman sarmalı içerisinde, bilimsel düşüncenin giderek önem kazanmasıyla delilik, bir akıl hastalığına dönüştürülmüştür. Akıl dışı olan tüm görüngüleri, aklın sınırlarına taşıyabilmek için de bolca tımarhaneler inşa edilmiştir.
Öyleyse kimdir deli?
Kavramlara dair belirlenmiş, tüm “normallik” sınırlarını altüst edip, sınırsızlığın sınırlarını yeniden tanımlayabilecek kadar akıllı, bir kural tanımaz mı?
Bir olguya ilişkin bir yorumu dile getirirken, klişeliğin kokuşmuşluğundaki betimlemeler zincirine aldırmaksızın, kendi doğru ve yanlışlarını çekincesiz üslubuyla ortaya dökebilen bir cesur mu? Tutkuların peşinden sürüklenebilecek bir delilikle, özgürlüğe efendilik taslayabilen bir ruh mu yoksa?
İnsan türü tarih süresince köklü bir geçmişe sahip olan delilik için, ilginç düşünceler beslemiştir. Deliliğe karşı takınılan ön yargılı bu tavırların sebebi, düzeni sürdürme kaygısından mı; farkındalığı keşfedilebilmiş ve farklılığı yaratabilmiş zihinlerde, hegemonya kuramama kaygısından mı; yoksa dayatmaların tutsaklaştırdığı zihinlerin, prangaları fırlatmadaki cesaretsizliğinden mi kaynaklanır, bilinmez.
Toplumsal düzeni sağlamak adına oluşturulmuş ve geçmişten bu yana “yönetenlerce” belirlenmiş, bir dizi normlar bütünü, gerçekte ne kadar amaçla bütünleşebilmiştir? Nedir normallik algısı, neye ve kime göre değişebilir, değişmelidir? “Algı” denen fenomen, bireyselliği bolca içinde barındıran bir çeşniden ibaret ise, tüm algıların tek bir düzenekte toplanmasını beklemek, saçmalıktan ibaret olmalıdır.
“Doğru”, “yanlış”, “garip”, “güzel”, “çirkin” gibi konseptlerin içinde, yer alan eylemler silsilesindeki genel kanıları yaratan sanrıları, kim – neye göre yaratmıştır ki; bu kanıların dışındaki tanımlamalar, sırf empoze edilmiş algılarla örtüşmediği için tuhaf bir delilikle bağdaştırılmıştır. Kurallar bütününe gösterdikleri sonsuz itaatin yanı sıra, iç dünyalarındaki karmaşanın farkındasızlığında can çekişmekte olan bireylerin, kendilerinin “normal” olarak nitelendirilme kaygısından başka hiçbir endişe duymamasından, daha korkunç bir “delilik tablosu” çizilebilir mi?
Hepimiz deli doğarız
İlginçtir ki deliliğe karşı alaycı bir küçümsemeyle yaklaşan sözde bilgelerin hayatlarında daha geniş bir yer tutmuştur delilik. Yeni doğan bir “delinin”, bilgeliğe doğru uzanan evrimleşme sürecini, deliliğin yardımı olmadan atlatabilmesi mümkün değildir. Deneyimlerden arta kalan acılarla, hala hayata dair umutların peşinde koşmayı istemek (hayata rağmen), delilikten başka hangi olguyla izah edilebilir ki?
Deliliğin cesareti olmasaydı bu gün hangi hayalin gerçekliğinden bahsedilebilirdi? Oysaki hayalleri gerçek kılma fikri evrilmiş bir “akıllı” için ne büyük bir deliliktir. Gençlikten yaşlılığa doğru zaman kat edilmeye başlandıkça, tüm akıllı geçinenler (delirmemek için) kendilerini deliliğin kucağında bulurlar; çünkü orası eşsiz bir mutluluktur onlar için.
Yaratıcılık, kadim dostu olmuştur deliliğin her daim. Delilikten aldıkları ilhamla sınırları zorlamamış, farklı perspektiflerin açtığı tuhaflıklarla sürüden reddedilme hazzını yaşamamış, tekdüzeliğe duyduğu korkunç nefretle isyanın doruklarına çıkmamış kimselerin yaratıcılıklarından söz edilemez. İşte bu yüzden bu kişiler, düzenin kirliliğinden arıttıkları “kendiliklerini” korumak için sanata sığınırlar, zaman zaman. Her ne kadar sanat, deliliği zorunlu koşmasa da deliliği barındırmayan bir sanat eserinin, ölümsüzleşme sürecindeki başarısızlığı, kaçınılmaz bir son olacaktır.
“Hepimiz deli olarak doğarız. Sonra ahlak ediniriz; durgunlaşıp aptallaşır ve mutsuz oluruz. Sonra da ölürüz.” diyen Lawrence Durrell’in bu muhteşem sözüne kulak vermeyen “akıllılar”, deliliğe dair kırıntıları keşfedip tekrar birleştirmek için, hala, neyi beklemekteler?
Hepimiz zaten deli doğduk; yalnızca bazıları deli kalmayı başardı, hükmedebildikleri akıllarıyla.
Ya siz, onlardan mısınız?