Onüçüncü Havari Lev Nikolayeviç Tolstoy

Dünya Edebiyatında önemli bir çalışma alanı olan biyografilerden birinden Henri Troyat’ın Lev Tolstoy üzerine yapılmış bir çalışma…

the last station

İzleme imkanı buldunuz mu bilmem, ama ülkemizde “Aşkın Son Mevsimi” adıyla bu yılın mayıs ayında vizyona giren ve Lev Tolstoy’un son günlerini anlatan, yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Michael Hoffman’ın yaptığı 2009 ABD yapımı bir film var: The Last Station.

the last station son istasyon

Henri Troyat’ın Lev Tolstoy biyografisini büyük bir iştahla okuduğum zamana rastlaması çok iyi oldu, çok sevindim. İşte ben size bu yazımda Dünya Edebiyatında önemli bir çalışma alanı olan biyografilerden birinden Henri Troyat’ın henri troyatLev Tolstoy üzerine yapılmış bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Bu çalışma hem konu ettiği kişi ve hem de çalışmanın kendisi açısından bakıldığında, hiç de öyle sıradan bir çalışma değil. Kaldı ki Henri Troyat, bu alanın dünyadaki bir tanesi diyebileceğimiz bir yazar. Bu türün en yetkin ve orijinal ismi bence.


H.Troyat,1911 Moskova doğumlu. Yazar 1938’de L’Araigne (Yeşil Sinek ) romanı ile Goncourt ödülünü almış. Bu ödüllü roman o dönemde yüz bin satmış. H.Troyat daha sonra çok üretken bir yazar olarak-neredeyse- her yıl bir roman ve bir biyografi yayınlamış. 2 Mart 2007’de 95 yaşında öldüğünde Fransız Akademisi üyesiydi ve eserlerinin sayısı 109’du. Biyografilerini kaleme aldığı bazı ünlüler:

Tolstoy, Dostoyevski, Flaubert, Maupassant, Deli Petro, Dört Çariçe, Gogol, Gorki, Çehov, Zola, Verlaine, Rasputin…

tolstoy torunuTroyat’nın bu çalışması Türkçede Z. Canan Özatalay – Işık Ergüden’in çevirileri ile İletişim Yayınları tarafından Biyografi Dizisinin 11. kitabı olarak 2010’da yayınlanmış. Yani taze bir kitap. Bizim dilimizdeki bu nüshası 984 sayfalık oldukça hacimli bir eser. Türkçesi kendini çok kolay okutuyor. Kitap hacmiyle gözünüzü korkutabilir öncesinde, ama okumaya başladığınızda büyük bir adamın müthiş, olağanüstü, sıra dışı yaşam öyküsünü, bitmeyen bir susuzluk arzusu içinde okuyor, okuyorsunuz.
Biyografiye konu olan Tolstoy’a, daima yanı başında O’nu bir gölge gibi takip eden eşi Sonya’ya ve böyle eşsiz bir çalışmayı hazırlayan H.Troyat‘a hayran kalıyorsunuz. Kitap boyunca Çarlık Rusyası’nın bitişinin tarihini de okumuş oluyorsunuz bir bakıma.

Lev Tolstoy ve annesi

Kitaptan öğrendiğimize göre, Lev Tolstoy’un 28 Ağustos 1828‘de sekiz yüz erkek köylüye sahip olan ailesine ait Yasnaya-Polyana yurtluğunda doğmuş. Daha 23 aylık bir çocukken öksüz kalan Lev Tolstoy’u yakınları büyütmüş. Diğer üç ağabeyini ve küçük kız kardeşini annesiz kalmak nasıl etkilemiştir bilemiyoruz ama şefkat açlığı içinde kıvrandığı zamanlarda annesi Lev Tolstoy için mitsel bir varlığa dönüşüyor ve günlüğüne şöyle yazıyordu:

“Bahçede geziniyorum ve annemi düşünüyorum; kesinlikle hatırlamadığım ve benim için bir ermişlik ideali olarak kalan annemi. Ona dair kırıcı, sevimsiz hiçbir şey işitmedim.”

“Gün boyu aptalca ve hüzünlü bir izlenim içindeyim. Akşama doğru bu ruh hali bir okşanma ve şefkat arzusuna dönüştü. Çocukluğumda olduğu gibi, sevgi dolu ve merhametli birine sarılmak, tatlı tatlı ağlamak ve teselli bulmak isterdim… Ufacık olmak ve annemin yanına gitmek isterdim; onu hayal ettiğim haliyle. Evet, evet, annemin yanına gitmek; öldüğünde henüz konuşmayı bilmediğimden ona asla böyle hitap etmemiştim. O benim saf sevgiye dair en yüksek tasarımım – tanrısal soğuk aşka değil, dünyevi sıcak sevgiye, anne sevgisine dair tasarımım… Sen, anne, al beni, okşa sev beni!  Bütün bunlar delice, ama bütün bunlar doğru.”

1910 yılında ölen Tolstoy, bu satırları 1908 ve 1906 tarihlerinde yazmıştır.

Çocukluğunda oldukça duygusal ve sulu göz bir çocuktur. Kendini fark ettiği andan itibaren de çirkinliğinden yakınmakta ve her gece ağabeyi Sergey gibi yakışıklı olması için Allah’a yalvarmaktadır.

Kendi zamanının şartları içinde iyi bir eğitim alan yazar, eğitiminin Moskova ayağında babasını kaybeder. Kazan şehrinde üniversiteye de gider, ama bu alanda Doğu Dilleri Fakültesi’nden Hukuk Fakültesine kadar çok değişik bölümlerde okumaya çalışırsa da pek dikiş tutturamaz. Oldukça derbeder bir hayat sürer. Ancak adeta geleceğin büyük yazarlığına hazırlanır gibi ne bulursa okur ve notlar almaktadır. Zamanının popüler ve klasik yazarlarını tanımaktadır. Ayrıca kafayı kadınlarla bozmuştur. Onlarla ilgili –ömrünün son zamanları hariç tutulursa- hiçbir zaman uygulayamayacağı kararlar almaktadır:

“Harici olasılıklara bağlı olmayacağım gün gelecek midir? Bence bu korkunç bir yetkinleşme olur… Şimdi kendime şu kuralı koyuyorum: Kadınlarla birlikte olmayı toplumsal yaşamın nahoş bir zorunluluğu olarak kabul et ve onlardan mümkün olduğunca uzak dur. Gerçekten de kadınlar olmasa, bize şehveti, tasasızlığı, uçarılığı ve her türden başka erdemsizliği kim esinler? Bizim doğal özelliklerimizi, cesareti, kararlılığı, aklı, hakkaniyeti, kadınlar değilse bize kim kaybettirebilir?” 

leo tolstoy troyatLev Tolstoy’u 1851’de Kafkasya’da görüyoruz. Yazar burada gönüllü olarak bulunmaktadır. Daha sonra resmen asker olacaktır. Boş zamanlarda ava çıkar ve çevreyi tanır. Burada Kafkasya’yı, Kazakları, Çeçenleri tanıyacak olan yazar; buradaki kazanımlarından Çocukluk ve Gençlik, Kazaklar, Hacı Murat gibi üç önemli eser kazandıracaktır Rus edebiyatına. Bu arada Sovremennik (Çağdaş) dergisinin önemli yazarlarından İ.Turgenyev’le tanışmıştır. Sivastopol Savaş’ından sonra bir müddet Turgenyev’le aynı mekanı paylaşırlar Saint-Petersburg’da. Ancak daha sonra anlaşmazlığa düşecekler ve bu anlaşmazlık kısa süreli barışmalar olsa da bir ömür boyu sürecektir. Sivastopol Hikayelerini yazar. Yasnaya Polyana’ya döner. Evlenmeyi düşünmektedir. Aday da vardır, ama karasızdır. Teşebbüs nişanlılıkla sonuçlanır, ancak evlilik olmaz.

Bunun üzerine Avrupa’ya gitmeye karar verir. Fransızları hiç sevemez. Özellikle Napoleon’a düşmandır. Cenevre’de Leman gölü kıyılarındaki Villa le Bocage’de Aleksandra Andreyevna Tolstoy’la aralarında ikisinin de keyif aldığı bir sevdalı arkadaşlık kurulur. Bu ilişki bütün bir ömür boyu belli bir seviyede devam edecektir. Almanya’yı da gezdikten sonra-veremle ilgili bir sorunu olmadığını da öğrenmiş olarak – Yasnaya-Polyana’a döner. Sonraki yıllarda yine kardeşlerinin verem tedavisiyle ilgili olarak Avrupa’ya gidecektir. Buralarda eğitim ve öğretimle ilgili araştırmalarda yapan Tolstoy bizzat okullarda incelemelerde bulunur.

Köleliğin kalkması ve mujiklere toprak verilmesi ile ilgili çalışmalarda öncü olur. Okullar açar, köylülerin eğitimiyle ilgilenir. Okullar yetkili otoritelerce denetlenir ve başarılı bulunur.


Uzun sıkıntılardan, reddedilme korkularından sonra Sonya’ya evlenme teklif eder ve evlenirler. Sonya, Tolstoy’un çocukluk arkadaşının kızıdır ve Tolstoy’dan 16 yaş küçüktür. Bu beraberlikten 13 çocuk olacaktır. Büyük eserleri evlendikten sonra peş peşe gelecek ve ünü ülke sınırlarını aşarak eserler Avrupa dillerine de çevrilecektir: Savaş ve Barış, Anna Karanina, Diriliş.

Bu arada sık sık ölümü düşünmektedir. Bu onu çok germekte, korkutmaktadır. 1882 Ocak ayında Moskova’da gönüllü sayım memuru,1892’de yaşanan kıtlıkta halkının yanındadır ve kıtlık bölgesinde aşevleri kurmakta, yurt içinden ve dışından yardım kampanyaları organize etmektedir. Halktan habersiz soylulardan kimileri, O’nun bu çabalarıyla dalga geçmekte ve alaycı bir şekilde O’nu “on üçüncü havari” saymaktadır. Sonya ile Besteci Taneyev arasında duygusal bir yakınlaşma, Tolstoy’u çılgınlık derecesinde kıskançlığa sevk eder ve aralarındaki soğuk mesafe daha da büyür. Rusya’da azınlıkta olan dini tarikat mensupları Molokanlar (Süt İçenler)’ın ve Dukhobarlar (ruh güreşçileri) ın maruz kaldıkları haksızlıklar karşısında yönetime direnir. Molokanların kendilerinden zorla uzaklaştırılan çocukları iade edilir, Dukhobarlarsa Kanada’ya yerleştirilirler. 7000 göçmenin finansal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için uluslar arası yardımlar yeterli olmayınca eserlerini Rus ve yabancı editörlere olabildiğince pahalıya (on altı sayfalık forma başın 1000 ruble) a satarak, elde ettiği geliri, Dukhobar yardım komitesine aktarır. Bütün bunlarla uğraşırken İvan İlyiç’in ölümü, Kroyçer Sonat romanlarını da tamamlamıştır.

Bu arada geçen zaman içinde ailesinden sevdiklerinden insanlar bir bir bu dünyadan göçmektedir. Rahatsızlığından dolayı Kırım’a gider ve orada Anton Çehov ve Maksim Gorki’yle görüşürler.

lev tolstoy
Lev Tolstoy

Rus Ortodoks Kilisesi’nden hoşlanmamaktadır ve bu kilisenin öğretilerine karşı beyanatlarda bulunur. Ayinleri reddeder ve ailesinden gömülürken kiliseden ve papazlardan uzak tutulmasını vasiyet olarak ister. Kilise O’nu aforoz eder. Ancak Tanrı’nın varlığını inkar etmediği gibi kendine özgü bir din anlayışı da geliştirir. Kendi topraklarında Yasnaya Polyana’da kurduğu bir komün içinde bu bir nevi yeni dinin mensuplarına Tolstoycular denmekte ve Tolstoy O’nlar için de bir nevi peygamber hükmünde bulunmaktadır. Bu işi organize eden de Tolstoy’un en yakınında bulunan kişi olarak Vladimir Çertkov’dur.

27 Ocak 1904’te başlayan Rus-Japon Savaşı, O’nu kötümser bir psikolojiye sokar. Dünyadaki mevcut kötülüğün din dışında düzeltecek bir şeyin olmadığı notunu günlüğüne düşer.

Sağlığı kötüye gitmektedir. Yeni bir vasiyetname hazırlar. Vasiyetnamede eserlerinin tüm haklarını kamuya bırakmaya karar verince, eşi Sonya ile olan anlaşmazlıkları ayyuka çıkar ve sürekli kavga etmeye başlarlar. Tolstoy seksenini aşmış bir adam olarak bu kavgalardan çok yorulmakta ve evden kaçmak istemektedir. Sonunda dayanamaz ve 28 Ekim 1910 sabaha karşı Sonya’ya bir not bırakarak Dr.Makovitski ile gizlice evden ayrılır. Bu aynı zamanda sonun da başlangıcı olacaktır.

Tolstoy’un kesin olarak nereye gittiği belli olmamakla birlikte, hedefine varması mümkün olmayacaktır. Artık kendisinden pek de korkmadığını sık sık ifade ettiği mutlak dünyevi son olan ölüm O’nu Astapovo İstasyonu’nda beklemektedir. 7 Kasım 1910 sabahı altıyı beş geçe buluşurlar…

Lev Tolstoy’dan geriye, 82 yıllık zorlu bir ömre sığdırılmış, 90 ciltlik muhteşem bir külliyat kaldı.

 

İlgili yazılar

Ara roman Elif Şafak’ın romandan ayrı yolculuğu: Firarperest

Bir Dram Bir Roman: Taş ve Ten

Tezer Özlü: Yaşı olmayan bir kadının yaşamın ucuna yolculuğu


Fazıl Hüsnü Dağlarca “Çocuk ve Allah”