Pelin, Hamdi’den çok hoşlanıyordu. Tabii çekiniyordu da. Bir kızın, hele ki Türkiye şartlarında, bir erkek tarafından reddedilmesi, kulağa hiç hoş gelmiyordu. Hamdi’nin de ona samimi davranmasından cesaret alıp, bir pazar, gün batarken, boyaları kavlamış ve üzerine çakıyla kız isimleri kazınmış kahve rengi bir bankta ona ilan-ı aşk etti.
Hamdi gülümsedi…
— Sanırım sana bazı şeyleri açıklamanın vakti gelmiş.
— Umarım evli olduğunu filan anlatmayacaksın, kalpten giderim vallahi.
Hamdi’nin yumuşak tavrı onu rahatlatmış, böyle ucuz bir espri yapmaya itmişti.
— Hayır Pelin. Aslında durum şu ki benim tercihlerim biraz farklı. Yani erkeklerden hoşlanıyorum.
Pelin çok şaşırdı. Reddedilmeye bile hazırdı fakat nasıl olurdu? Çok erkek duruyordu o.
“Nasıl yani?” dedi.
— Öyle işte…
— Yani o samimi davranışların filan…
— Evet. Tamamen arkadaşça. Sence de biz çok iyi anlaşmıyor muyuz?
— Tabii öyle de… Ne bileyim işte. Ben sanmıştım ki hani sen de bana…
— Umarım arkadaş kalabiliriz.
Pelin hala şoktan kurtulamamıştı. Etkisi damarlarına doğru yayılıyordu ve hala inanamıyordu.
— Düşünmeliyim Hamdi. Gerçekten çok ani oldu.
“Peki” dedi Hamdi. Zaman istemesi doğaldı. Ne de olsa, bu ülkede bu tip durumlar çok kolay hazmedilemiyordu.
Ailesine açıldığı günler aklına geldi. Ne kadar sancılıydı. Babasını aylarca kuytu köşelerde sessizce ağlarken ve kendini suçlarken bulmuştu. Bu tercihinde onun hiçbir hatası olmadığını, hatta bunun bir hata da olmadığını, bir çok kişinin bu tercihle yaşadığını anlatana kadar akla karayı seçmişti. Neyse ki yaklaşık bir yıldan sonra ailede bu tercihi kabullenilmeye başlanmıştı.
Pelin o akşam eve döndüğünde uzun uzun düşündü. Ondan hoşlanmasının dışında, gerçekten çok iyi anlaşıyorlardı.
Bu tercihinden dolayı ona saygı duyması ve onunla arkadaşlığını sürdürmesi gerektiğini düşündü. Odasından dışarı çıktığında, Okan’ı masa başında yemek yerken gördü. Her zaman erkek olmasından hem de Pelin’den büyük olmasından dolayı kayırılmış, şımartılmıştı. Eve istediği saatte girer, istediği saatte çıkar, dilediği gibi yaşardı. Eğitim hayatı da iyi gittiğinden, kimse ne zaman ne yaptığına karışmazdı.
“Yemek kaldı mı?” dedi Pelin.
— Var biraz tencerede. Ekmek te var. Taze değil ama…
Pelin içeri gitti ve tencereye baktı.
— Bir de biraz var diyor. Süpürmüşsün hepsini be insafsız.
— Ben hepsini bitiremeyeceğim zaten. Eğer üzerindeki sarımsaklı yoğurt senin için sorun olmazsa benimkinin yarısını alabilirsin.
Tabağa tüm tencereyi boca etti ve içerisinde hiçbir şey kalmayana kadar sıyırdı. Masaya geçtiğinde, Okan koltuğa yayılmış, televizyon seyrediyordu.
— Annemler uyudu mu?
— Bu nasıl soru? Burada olmadıklarına göre…
— Aman… Soru soranda kabahat…
Okan’ın tabağındaki fasulyeyi de kendi tabağına boşalttı. Televizyonda magazin programı vardı ve Pelin hiç hazzetmezdi. Yemeğini hızlıca kaşıklayıp odasına çekildi. Masasında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabı vardı. Yarıladığı kitap, her okuyucuda yarattığı etkiyi onda da gösterip, bir “tutunamayan” gibi hissettirmeye başlamıştı. Kitabı eline aldı ve okumaya başlamasının üzerinden beş dakika geçmişti ki uykuya daldı. Uyandığında saat dokuz olmuştu ve eve omlet kokusu yayılmıştı.
Kalkıp, elini yüzünü bile yıkamadan mutfağa koşup, annesine yalakalık yapmaya başladı omletten bir parça alabilmek için. O arada Okan içeriden bağırdı.
— Ben çıkıyorum, akşam gecikebilirim, merak etmeyin.
“Tamam oğlum.” dedi annesi.
Pelin bir parça dahi omlet koparamayacağını anlayınca, hepsi pişene kadar Hamdi ile konuşmaya karar verdi ve aradı.
— Alo
— Hamdi… Nasılsın?
— Ben de tam seni düşünüyordum biliyor musun? Ya bir daha aramazsa diyordum.
— Bak aradım işte.
— Çok mutlu oldum inan.
— Bugün boş zamanın var mı?
— Akşama kadar dersim var. Eğer altıdan sonra sana da uygunsa…
— Tamam o zaman. Ararım seni.
— Görüşürüz canım.
— Kendine dikkat et, öpüyorum.
— Ben de.
Tam telefonu kapatırken içeriden annesinin sesi geldi.
— Pelin, omletler hazır. Babanı da uyandır gel hadi yavrum.
Odaya doğru gittiğinde banyodan gelen musluk sesinden babasının uyanmış olduğunu anladı.
— Baba, haydi kahvaltıya. Karnım çok acıktı.
— Tamam kızım geliyorum.
Pelin mutfağa döndü, çatal ve bıçağını eline aldı. Babası da gelince başladılar.
— Okan nerede?
— Bilmem ki erkenden çıktı. Geç kalabilirmiş.
— Gezsin tabii, genç çocuk sonuçta, hakkı. Sen bugün ne yapacaksın kızım?
— Akşama kadar kitap okumayı planlıyorum. Belki akşam üstü ben de çıkarım biraz.
— Senin okulun yok mu?
— Yok. Zaten pazartesileri tek bir hocanın dersi var. O da bu hafta yurt dışındaymış.
— Öyle olsun bakalım.
Omletini bitirince, tekrar odasına geçti. Kitabını eline aldı ve dün gece yorgunluktan tam bir bilinçle okuyamadığı sayfaları da baştan alarak, saat beş buçuğa dek kitap okudu ama yine de bitiremedi. O arada telefon çaldı.
— Efendim?
— Hamdi ben. Erken çıktım, görüşecek miyiz?
— Altıda çıkacağım dediğin için hala pijamalarımlayım.
— Tembel kız. Altıya kadar parka gelebilir misin?
— Olur, çıkarım şimdi.
— Tamam bekliyorum.
Altıyı beş geçe parka gittiğinde, Hamdi bankın üzerine bırakılmış bir popüler kültür dergisine göz atıyordu.
— Hamdi
— Hah. Geldin mi?
Pelin, Hamdi’nin yanına oturdu. Saatlerce sohbet ettiler. Hamdi tercihinin hikayesini anlattı. Ayrılırken Pelin biraz daha anlamaya başlamıştı Hamdi’yi. Saat geç olmuştu.
— Ben artık kalkayım. Evdekiler merak eder.
— Tamam. Zaten benim de ders çalışmam gerekiyor. Çok boşladım bu ara.
— Peki o zaman hoşçakal.
— Bu arada eğer yarın gelebilirsen, seni biriyle tanıştıracağım.
— Kimmiş o?
— Yeni sevgilim. Uzun zamandır sohbet ediyorduk. Konuşma tarzından onun da benim gibi hissettiğini düşününce…
— Olan oldu ha?
— Evet.
— Ne kadar garip. Daha dün senden hoşlandığımı söylüyordum, bugün bir sevgilin olduğunu öğreniyorum, yarınsa onunla tanışacağım öyle mi? Üstelik bir erkek.
Hamdi güldü.
— Erkek demeyelim istersen.
— Peki. Çok merak ediyorum aslına bakarsan, geleceğim.
— Görüşürüz o zaman.
— Görüşürüz
Pelin tekrar eve gittiğinde, herkes televizyonda o ara popular olan bir diziyi, ağızları bir karış açık, hayretle izliyorlardı. Pelin oldum olası sevememişti dizileri. Herkese iyi geceler dileyip odasına çekildi. Yatağına uzanıp, kitabın kalan otuz üç sayfasını okudu. Roman, “Sonra, karşı yönden bir tren geldi: istasyona girdi. Yolcular ve Turgut, trenin arkasında kayboldular.” diye bitiyordu. Garip bir ruh haliyle, Turgut Özben*’in mektubunu okumadan uykuya daldı. Gece bir sürü karmaşık rüya gördü. Sabah hiçbirini hatırlamayacaktı. Işıklar gözüne vurunca uyandı ama kalkmak yerine biraz daha şekerleme yapmayı tercih etti. Kalktığında ise herkes evden gitmişti. Mutfağa yönelip buzdolabını açtı.
Eline ilk gözüne çarpan şey olan kaşarı alıp tırtıklamaya başladı.
Bu, çocukluğundan kalan bir alışkanlıktı. Tam büyük bir ısırık alacaktı ki telefon çaldı.
— Alo, Hamdi.
— Canım biz parktayız.
— Tamam geliyorum.
Hızlıca üzerini giyindi ve parka doğru yol aldı. Vardığında, uzak bir banktan, Hamdi ve sevgilisini bir silüet şeklinde gördü. Arkaları dönük oturuyorlardı ama Hamdi’nin turuncu kafasını görüp te tanımamak imkanızdı.
— Hamdi.
Hamdi kalkıp arkasını döndü.
— Canım, geldin mi?
Pelin bankın çevresinden dolaştı ve önüne geçti. Bu arada Hamdi’nin sevgilisi de ayağa kalktı ve Pelin’le göz göze geldiler.
— Okan?!
* Oğuz Atay-Tutunamayanlar’ın baş kişisi.
Oğuz Atay – Tutunamayanlar Kitabı
İlgili yazılar
Özgürlük Üzerine Düşünsel Denemeler
Tanrı ve takdire şayan bir yazar
Nefret Suçları: Türkiye’de Eşcinsel Olmak
Röportaj: İmam Daayiee Abdullah ile Eşcinsellik ve İslam
Dün ve Bugün: Çağlar Boyu Eşcinsellik