“Demokratik kurumların gelişiminde üç büyük kilometre taşı bulunmaktadır: Oylama yoluyla kamusal kararlara katılma hakkı, temsil etme hakkı ve muhalefet yapma hakkı.” Robert A. Dahl
CHP, yalnızca iki kez halkın doğrudan oylarıyla seçildi
Cumhuriyet Halk Partisi, o muhalefet yapma hakkını neredeyse yarım asırdır kullanıyor. 1950’den bu yana (1961 seçimleri bir kenara) sadece 1973 ve 1977 seçimlerinde sandıktan birinci parti olarak çıktı. Yani Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra ülkenin kurucu partisi yalnızca iki sefer halkın doğrudan oylarıyla seçildi. 12 Mart muhtırasının baskısının hissedildiği, 12 Eylül darbesine adım adım gidildiği 70’lerde mavi bir gömlek, fötr şapkaya inat kuşanılmış bir kasket ve gökyüzüne uçurulan beyaz güvercinler CHP’ye seçim zaferi getirmişti. Genç lideri Bülent Ecevit, o baskıcı dönemin siyasi ortamı gözetildiğinde, Türkiye şartlarında bir nevi hürriyet kahramanını andırıyordu.
Dağlara, yollara “Umudumuz Ecevit” sloganı yazılıyor, bizzat kendisinin kaleme aldığı “AK Günlere” bildirgesi Türkiye’deki mevcut düzeni değiştirmeyi vaat ediyordu. Karaoğlan’dan bu yana onlarca seçim geçti. Parti, darbe sonrası kapatılıp 1992’de yoluna yeniden devam etti, vekâleten göreve gelenler sayılmazsa CHP’de Ecevit sonrası üç genel başkan değişti ve onlarca kez kurultaya gidildi. Kuşkusuz CHP her şeye rağmen Türkiye siyasetinin en çok tartışılan, üzerine kafa yorulan siyasi yapısı olmaya devam etti, ediyor.
CHP’nin 35. olağan kurultayında neler yaşandı?
Geçtiğimiz hafta sonu 35. Olağan Kurultay’ını gerçekleştiren CHP’de Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, 2010 Mayıs’ından beri oturduğu koltuğunu 248 fireyle de olsa korudu. Korudu korumasına ama nasıl 7 Haziran seçimlerinde kaybederken kazanan kişi olduysa, son kurultayda da kazanırken bir bakıma kaybetti. En büyük neden, Kılıçdaroğlu’nun tek aday olarak seçime girip kazanmasına karşın belki de asıl önem teşkil eden Parti Meclisi (PM) için önerdiği listenin o bilindik tabirle delik deşik olması…
Bunun anlamı aslında basit. Neredeyse altı yıl önce bir skandal sonrası CHP’nin parlayan, sosyal demokrat ve “yeni” yüzü olarak iş başına gelen Kılıçdaroğlu’nun yavaş yavaş eskimeye başlaması… Kılıçdaroğlu’nun kurmayları olarak bilinen Gürsel Tekin, Enis Berberoğlu, Nihad Matkap gibi isimlerin üstü çizildi. 60 kişilik PM’ye CHP liderinin listesinden 29 kişi girerken 23 kişi listeyi deldi. Zaten eskiyen yeni meselesi de burada başlıyor. Zira o listeyi delenler arasında dikkat çekici isimler vardı. İlhan Cihaner gibi saygın bir hukukçu, Gürsel Erol gibi 7 Haziran’daki Tunceli ayıbının üstünü 1 Kasım’da örtmeyi becermiş bir vekil, yayımladığı yolsuzluk dosyalarıyla Kılıçdaroğlu’nun partideki ilk zamanlarını anımsatan Aykut Erdoğdu ve yılların muhalif ismi, eski Bakanlardan Fikri Sağlar o önemli siyasetçiler arasında yer alıyor.
Listeyi delenlerin çoğu, aslında örgütteki rahatsızlığın, Genel Başkana yönelik gittikçe kabarmaya başlayan bir muhalif damarın açık bir tezahürü. CHP ve Kılıçdaroğlu’nun bugününe bakmadan evvel, 68 yaşındaki Genel Başkan’ı dünden bugüne uzanan süreçte günahıyla, sevabıyla ela almakta fayda var.
Okuyacağınız bir yazı dizisinden ziyade, bölümlere ayrılmış bir siyasi öykü aslında. Sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nun dolaylı bir portresini değil aynı zamanda kendisinin siyaset macerasına paralel “çok yakın” politik yaşantımızın CHP’sinin de kısa bir analizini bulacaksınız. Yeni CHP eskiyor mu sorusuna yanıt ararken CHP ve değişim kısırdöngüsü üzerine de düşüneceksiniz.
Kimliğini arayan parti: CHP
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş Şubat 2015’te t24’ten Hakan Aksay’a verdiği mülakatta şöyle diyordu:
“Türkiye’de ilericilerin, demokratların, yurtseverlerin, sol, sosyalist, sosyal demokrat, laik kesimlerin, ‘Yahu şu CHP’yi biraz daha zorlayalım, adam olur’ tezini sanırım artık gözden geçirmeleri gerekiyor.”
Aslında bu açıklama HDP’nin ülkedeki ana sol damarı temsil etme arzusu taşıyan bir beyandı. Ve bu temsiliyete talip olan ilk kişi de Demirtaş değildi. CHP’nin ne kadar solda olup olmadığı hep tartışmaya açık olsa da Türkiye siyasetindeki derinliği hep önemsendi.
1965’te İnönü ile ortanın solunda yer aldığını ilan eden, Ecevit‘in liderlik görevini üstlenmesiyle 70’lerin başlarında sosyal demokrasiye (her ne kadar partideki bu kavram değişikliği yerel unsurlardan beslenen demokratik sol olarak izah edilse ve parti tüzüğüne bu şekilde girse de) evrilen, 73 ve 77 seçimlerinden birinci çıkan CHP uzun yıllardır ortada yoktu. O CHP ki; sendikal haklar yasası çıkartmış, Ahmet Türk ve Şerafettin Elçi gibi Kürt siyasetinin önde gelen isimlerini 12 Eylül öncesi CHP’den milletvekili yapmıştı. Ancak 1995 seçimleri öncesi kurulan 128 günlük DYP-CHP koalisyon hükümeti sayılmazsa, CHP 1970’lerden beri politik ömrü iktidar arayışıyla şekillenmiş bir parti görünümündeydi.
CHP, oy alabilmek ve iktidar olabilmek için ortanın solundan, demokratik sola, Kemalizm’den, Anadolu solu kavramına, ulusalcılıktan, merkez sağ seçmene açılmaya kadar birbirinden farklı hamleler gerçekleştirdi.
1970’lerden bu yana hep üzerine fikir yürütülen, tartışılan, politik bir kaba sokulmaya çalışılan, yenilikçiliğini statükoculuğa terk etmiş ve adı sahillerle, hayal kırıklıklarıyla özdeşleşmiş bir siyasi yapı oldu; hep “adam edilmek istenen” bir yapı… Bu adam edilme hali özellikle AK Parti’nin tek parti iktidarı döneminde kendini iyice gösterdi.
12 Eylül askeri darbesi sonrası yasaklanan ve yeniden kurulduğu 1992 sonrası Deniz Baykal ile hiçbir siyasi başarı yaşayamayan partinin sancılı dönüşümünün başlangıcı ise altı yıl önceki genel başkanlık seçimi ile gerçekleşti. 33. Olağan Kurultay öncesi partinin Grup Başkanvekilliğini üstlenen Kemal Kılıçdaroğlu, o güne kadar halk nezdinde açıkladığı yolsuzluk raporlarıyla AK Parti hükümetini köşeye sıkıştıran ve sıkça basının ilgisine mazhar olan çalışkan milletvekillerinden biriydi. Öyle ki; dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin istifasına neden olmuş, “Deniz Feneri e.V” davasıyla ilgili gündem yaratan belgeler açıklamış, “Baron” olarak tanımladığı dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat‘ı ise giriştiği canlı TV münazarasından iki ay sonra siyasetten uzaklaştırmıştı.
Sakin güç, çılgın şehir için yarışıyor
Ancak Kılıçdaroğlu’nun yıldızını asıl parlatan, 2009’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı adaylığında gösterdiği performans oldu. Yıllar önce 1994’te geniş kitlelerin çok da tanımadığı bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’un Belediye Başkanlığı’na seçildiğinde nasıl önü alınamaz bir siyasi kariyere yelken açtıysa Kemal Kılıçdaroğlu da benzer bir yolu deneyecekti. Ancak aynı kaderi paylaşamadı.
Şöhreti İstanbul’u fethedemedi ama aldığı yüzde 36.80’lik oy oranıyla bir önceki seçimlere göre CHP’nin oy oranını yüzde 25’in üzerinde arttırmıştı. Bu da az buz şey değildi doğrusu… Eğer o yerel seçimler öncesi AK Parti adayı Kadir Topbaş‘a karşı bugün CHP saflarında siyaset yapan Mehmet Bekaroğlu‘nun, irili ufaklı sol-sosyal demokrat partilerin ve elbette Kürtlerin desteği alınabilseydi ortaya çıkacak yüzde 47,9’luk oranla (Kılıçdaroğlu – CHP %36,98; Bekaroğlu- Saadet % 4,85; Birdal – DTP %4,52; Alp – DSP %1,30; Erdoğan – Hak ve Özgürlükler Partisi %0,14; Güner – TKP %0,11) AK Parti’ye en az üç puan fark atacak ve başkanlık koltuğuna oturacaktı.
Elbette halamın da bıyığı olsaydı misali tüm bu varsayımlar politik ihtimallerin epeyce zorlanmasıyla eş anlamlıydı. Yine de Kemal Kılıçdaroğlu’nun gösterdiği bu performans, bir zamanlar Osmanlı uleması tarafından dışlanan Kureyşanlılar aşiretinden bir ismin Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin liderliğine uzandığı yolun da başlangıcıydı. Örgüt arkasında durursa yükselen yıldızı saman alevine dönüşmeyecek, parti yararına kullanma şansı doğacaktı.
Muhalefetsiz siyaset
Seçim Kanunu, seçim sistemi, dokunulmazlıklar gibi meseleler bir yana Türkiye siyasetinin en büyük sorunlarının başında (belki de bu üçlüyle fazlasıyla bağlantılı olarak) siyasal muhalefetin yetersizliği geliyordu. Dengeli bir politik ortamın varlığından bahsetmek çok güç olduğu gibi, muhalefetin güçsüzlüğü yıllar yılı gelişmeye çalışan ülke demokrasisine ket vuruyordu.
Dengenin yitirildiği bu siyasal tablo ayan beyan Türkiye’yi tek parti, hatta tek adam hegemonyasına doğru yakınlaştırıyordu. AK Parti iktidarının sekizinci yılıydı. İktidar pembe bir tablo çiziyordu ama… İşsizlik yükseliyor, cari açık S.O.S. veriyor, tüketicinin banka borcu artıyor, protestolu senet oranları 0,8’den 5,8’e yükseliyor, özelleştirme telekomünikasyondan ilaç sektörüne kadar tam gaz devam ediyor, tarım son yılların en büyük sarsıntısını geçiriyor, halk borç batağında yüzüyordu.
Dönemin Başbakan’ı Erdoğan ise Davos oturumundaki o meşhur “One Minute!” çıkışıyla mazlumların sesi olmaya devam ediyordu… Ezcümle, normal şartlar altında ana muhalefetteki bir parti için iktidarı sıkıştıracak, yeni politikalar üretmesini sağlayacak şartların ahval ve şeraiti beklemesine bile gerek yoktu! Ancak tüm bu gelişmelere karşın o dönem içinde yapılan kamuoyu yoklamalarında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın halk nezdindeki desteği o kadar yüksek değildi. Hatta CHP’ye oy verenlerin bir kısmının dilinde “Baykal için değil Baykal’a rağmen CHP” söylemi uzunca bir süredir hâkimdi. Ama Baykal parti içinde eleştirilere maruz kalsa da CHP’de hala güçlüydü. Daha önce CHP içinde özellikle seçim sonuçları sonrası Baykal’ın liste tercihleri, kararları çok tartışılmıştı. Örneğin AK Parti’nin yüzde 41,67’lik oy oranıyla haritayı sarıya boyadığı, en yakın takipçisi CHP’nin ise sadece yüzde 18,23’te kaldığı 2004 yerel seçimleri sonrası parti kaynayan bir kazanı andırıyordu.
CHP oylarında artış olmaması, parti içi muhalefeti iyice canlandırmış ve Baykal’a karşı partide yeniden yapılanma ve kurultay çağrıları dillendirilmeye başlamıştı. O dönemde “İktidara Yürüyüş Hareketi” bildirisini yayımlayıp Baykal’ı uyaran 30 milletvekili arasında Kılıçdaroğlu da vardı. Baykal ilerleyen yıllarda da birçok kez benzer eleştirilerle karşı karşıya kalsa da dengede tutunmayı bildi ve gücünü korudu.
Yine de sadece Türkiye’de değil Avrupa ve ABD’de de kendisinin, CHP’nin kısacası Türkiye’nin ana muhalefet partisinin geleceğine dair tartışmalar yapılıyor, senaryolar yazılıp çiziliyordu. Onlardan biri de daha sonraları sıkça atıf yapılacak 2008 tarihli bir akademik yazıydı. Yazı John Hopkins Üniversitesi bünyesindeki Orta Asya-Kafkaslar Enstitüsü & Silk Road Programı için kaleme alınmıştı. Magnus Karavelli ile Svante E. Cornell, Türkiye’nin demokratikleşmesini inceledikleri 78 sayfalık çalışmada “Radikal İslam, Muhafazakarlık, Türkiye’nin Demokratikleşmesi, Ekonomi” gibi konu başlıklarına yer vermiş, Türkiye’nin 2023 vizyonu ile ilgili üç olası senaryodan bahsedilmişti:
- Daha Muhafazakar bir Türkiye
- Demokratik Uzlaşı
- Askeri Yönetimin geri dönüşü
İşte bu senaryolar arasında Türkiye’deki ana muhalefetin de geleceği de kısa cümlelerle masaya yatırılmıştı. Yazarlar Kılıçdaroğlu’nun yıldızının parlamaya başladığı 2008’de CHP’nin yakın gelecekte Baykal’dan kurtulması gerektiğini şu cümlelerle ifade ediyordu:
“CHP’den istifa etmeye ikna edilecek Deniz Baykal ile yolsuzluklar konusunda kamuoyunun dikkatini çeken Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirecek. CHP, yeniden Avrupa tarzında bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.”
Tabii bu yorumun CHP içinde herhangi bir yankılanması oldu mu orası meçhul. Ancak 2010 senesinin Mayıs ayında CHP’de lider değişikliğine dair gündem yoktu. En azından ilk bir hafta içinde… Ankara, Mayıs’ın ilk yedi günü içinde anayasayı konuşuyor, Meclis Genel Kurulunda anayasa değişikliği teklifinin ikinci tur görüşmeleri yapılıyor, Erdoğan’ın mal varlığı tartışma konusu oluyor, 12 Eylül Darbesi‘ne yargı yolu açan 25. Madde kabul ediliyordu. Dönemin Başbakan’ı Erdoğan anayasa değişikliğinin referanduma sunulması için hazırlıkta olduklarını yeni yeni açıklıyordu. Yani 12 Eylül anayasa değişikliği referandumuna birkaç ay vardı, siyasetin tansiyonu her zamanki gibi yüksekti. İşte böylesi bir dönemde CHP’de lider değişikliğine dair bir gündem yoktu. Ama bir anda beklenmedik o skandal patladı. 7 Mayıs 2010 günü başkent ve tüm Türkiye o gizli kamera şokuyla sarsıldı. Ve o skandal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin liderliğine gelişini iyice tetikleyen unsur oldu; “kaset skandalı”.