Suffragette: Direnen kadınların öyküsü

Kadınların mücadeleye katılış – kendi kaderini tayin edişinin hikayesidir. Kadının, dezavantajlı meslek gruplarında erkeklerden daha çok mesai almalarına, istismar karşısında sessiz kalmalarına, yasaların erkeklerden yana, hak ve mülkiyetin erkeğe özgü olmasına hatta kadına şiddette haklı gerekçeler sunulmasına kadar pek çok şeyi yaşamış ve yaşamaktadır tarih.

kadının direniş öyküsü suffragette filmi

Kadınlar, sakin bir mizaca veya siyasal ilişkileri muhakeme edebilecek akli dengeye sahip değildirler. Kadınların, oy kullanmasına izin verirsek sosyal yapımız bozulur. Zaten, babaları, ağabeyleri ve kocaları tarafından gayet iyi temsil ediliyorlar. Oy hakkına sahip olurlarsa önüne geçilemez; parlemanto üyesi, bakan ya da hakim olmayı bile talep edebilirler.

Sarah Gavron’un yönetmenliğinde, yeni vizyona giren film, yalnız döneminin değil, günümüzde de hala güncelliğini koruyan en önemli konusuyla kadın haklarıyla karşımıza çıkıyor. 1912’lerin Londra’sında kadınların oy kullanmak, seçme ve seçilme hakkına sahip olmak için verdiği mücadeleyi en gerçekçi dille anlatmaktadır. Şüphe yok ki tarihin ilk feminist hareketi, gücünü hareketin lideri olan Pankhurst’ten ya da hareketin önemli isimlerinden olan Edith Ellyn’den aldığı düşünülse de asıl gücü harekete destek veren ve büyük fedakarlıkların timsali olan işçi sınıfından almaktadır.


Kadınlar yıllarca, eşitlik ve oy hakkı için barış içinde kampanyalar düzenlediler. Argümanları görmezden gelindi. Karşılığında, oy hakkı savunucusu Emmeline Punkhurst, sivil itaatsizlik ile ulusal kampanya çağrısı yaptı. Bu, çalışan bir grup kadının mücadeleye katılış – kendi kaderini tayin edişinin hikayesidir.

İlk kadın savunucularının hedeflerinden ilki, İngilizce ve Latince karışımdan doğan, kadınların seçme ve oy hakkı olan Suffragette, çoğunlukla aşağılayıcı anlamda kullanılmıştır. Oysa kadınların istedikleri, bütün doğa önünde herkesin eşit haklara sahip olmasıydı. Kadının, dezavantajlı meslek gruplarında erkeklerden daha çok mesai almalarına, istismar karşısında sessiz kalmalarına, yasaların erkeklerden yana, hak ve mülkiyetin erkeğe özgü olmasına hatta kadına şiddette haklı gerekçeler sunulmasına kadar pek çok şeyi yaşamış ve yaşamaktadır tarih.

Çocukluğundan beri çamaşırhanede çalışan filmin başrol oyuncusu Maud Watts (Carey Mulligan), kendi hayatına dair hiç sorgulama yapmamış, düzene ve erkek hakimiyetine karşı tamamen teslimiyetçi bir yapıda işçidir. Ta ki tesadüf eseri kadınların hareketine karşı bir süre sonra tepkisiz kalamayıp kendini mücadele eden bu kadınların içinde buluncaya dek. Ezik, sinik bir karakterden çıkıp, kendine güvenen ve amacı olan bir kadına dönüşür Maud. Kendi gibi hiçbir hakka sahip olmayan ve toplumun, yasaların değersiz gördüğü kadınların arkasından yürür, bunun maliyetinin ne kadar zor olduğunu bilmemecesine.

Çamaşırcılık, kadınlara kısa bir hayat biçer. Gaz yüzünden ağrılarınız, öksürüğünüz tutar, parmaklarınız çarpılır. Bacaklarınızda irinli yaralarınız, yanıklarınız oluşur. Geçen yıl bir kız rahatsızlandı, çalışamadı, ciğerleri mahvoldu. Haftada 13 şilin alıyoruz, erkekler ise 19 şilin. Üçte bir daha fazla mesai yapıyoruz. Çoğu erkek, teslimat günü dışarıda çalışıyor. Yani en azından açık havadalar.

Bu hayat…

“Bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı” diyor Maud ilk ifadesinde.

Kanunların, toplumun, gücü elinde bulunduran kesimin, kadına biçtiği ikinci vatandaş muamelesi aynı zamanda ev içinde de mevcuttur. Maud, hem çalışan bir kadın, hem anne, hem eş, hem de ağır sorumlulukları olan bir kadındır. Erkeğin onu kollaması, varlığının bir göstergesi değildir. Kadın, kendi başına da kendini yönetebilecek, kendi gücünü kullanabilecek ve kendi kararlarını verebilecek bir yapıdadır. Oysa Maud, bir kadın olarak kendini ispatlamak, kadınların da bir yaşam hakkına sahip olduğunu gösterebilmek uğruna çabalarken, annelik vasfı bile elinden alınır. Yasalar Maud’un oğlunun tüm haklarını babaya bırakır. Baba, oğlunu kadının hiçbir izni ve gönlü olmadan üst tabakadan bir aileye evlatlık verir.

Kadınlarda değersizlik hissinin kaynağı; özgüven duygusu geliştirilmemiş, hep öyle varsayılan bir hiçlik içinde dönüp durmuş, değerin ne olduğunu henüz tatmamış olmasından olabilir mi?

Film boyunca Maud’un bir ideale bağlanmasıyla ancak değer kazandığını görebiliriz. Aksi halde bulunduğu her ortamda kadını aşağılamak kendinde bir üstünlük sağlayabileceği anlamına gelir kimilerine göre.

Konuyu Virginia Woolf’un araştırmalarının birinde erkek izlenimlerinden bahsetmesini şu şekilde bağlamak istiyorum: “Kadın varlığının temeli, erkekler tarafından desteklenmesi ve yönetilmesidir. Kadınların zekasından hiçbir şey beklenmemesi gerektiği fikrinde olan muazzam bir erkek kitlesi vardır.”

Buna karşılık Simone De Beauvoir’in sözünü de eklemek gerekir: “Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşırıyorsunuz. Kanatlarını kesiyorsun, sonra uçamıyor diye yakınıyorsunuz.”

kadının direniş öyküsü suffragette filmi

Orta sınıf tabasında kadın için eğitim hakkı, seçme hakkına sahip olmak kadar zordu. Kadınların oy kullanmalarını bile gereksiz gören zihniyette bir toplum, toplumsal eşitsizliğin içinde hapsolmaya yüz tutmuş kadın, iyi koşullarda çalışma hakkına sahip değil; eğitilmesi, bilinçlenmesi sakıncalı, politik eylemlerde kendini gösteremez, yeni ahlaki değerlere dayanan “kadını da sayan” bir yasa içeriği ve en önemlisi eşitlik isteği kabul edilemez, gerçeklerindendi. 1934 öncesi Türkiye’de kadınlar da aynı kaderin yolcusu idiler. Fakat günümüze bakınca kadına bakış açılarının hiç de değişmediğini filmde olduğu gibi görebilirsiniz. Haklarını barışçıl yollarla savunmaya çalışan kadına uygulanan sus payı, şiddet ve tutuklanmalar karşısında bile kadın yine de güçlü olmak için savaş vermekte, hayata tutunmaya çalışmaktadır. Filmin diğer önemli karakteri olan hareketin lideri, Emmeline Pankhurst (Meryl Streep), bu adaletsizliğe karşı kadınların yanında olup hayatını riske atmayı göze almış bir savunucudur.

“50 yıldır kadınların oy hakkını güvenceye almak adına sessizce çalıştık. Alay edildik, yıprandık, görmezden gelindik. Artık eylemlerin ve fedakarlıkların önemini kavradık. Dünyaya gözlerini açan her küçük kızın, ağabeyleriyle eşit şansa sahip olacağı zamanlar için savaşıyoruz. Kaderimizi belirlemek için biz kadınların sahip olduğu gücü asla hafife almayın. Yasaları çiğneyenler değil, yasaları oluşturanlar olmak istiyoruz. Kendi çapınızda militanlar olunuz. Camları kırabilenler kırsın. İleri gidip mülkiyetin kutsal putlarına saldırabilenler, saldırsın. Bu hükümete meydan okumaktan başka seçeneğimiz kalmadı. Oy hakkını kazanmak için hapse girmeniz gerekiyorsa, bırakın kırılan, kadınların bedeni değil, hükümetin camları olsun. Britanya’daki tüm kadınları asiliğe çağırıyorum. Köle olmaktansa, asi olmayı yeğlerim!”

Pankhurst’un kadınlara söylemek istediği her zaman, “Asla Teslim Olma, Mücadeleden Asla Vazgeçme!” mesajıydı. Direnen kadınlarla Pankhurst, zamanın o sert rüzgarlarında dahi haklı çıkabildi, seslerini duyurabildiler, çoğu şeyi feda edip, bir sürü bedel ödeyerek. İyi olanın kazancı kolay olmayacaktı elbet.

kadının direniş öyküsü suffragette filmi

Müfettiş rolünde Artur Steed (Brendan Gleeson), olayların izini sürer. Kadınların karşısında mihver gibidir. Süfrajetlerin yaptığı eylemleri Maud’un gizli gizli ona sızdırmasını ve kurtuluşunun bu olduğunu söyler.


Senin gibilerden yararlanmayı bilirler. Parasız, umutsuz, düzelmeyi bekleyenlerden. Süslenip püslenir, övünür, sizi pohpohlar ve size amacımızın piyadeleri derler. Fakat yalnızca yemsiniz. Hiçbirinizin kazanamayacağı savaşın yemleri.

Maud, onurlu duruşunu, kadın dayanışmasına olan sadakatini kaybetmez. Ve asıl kurtuluşunu kendisiyle beraber olan kadınlardan ve gücünden yana kullanır.

Müfettiş Artur’a yazdığı mektupta bunu şöyle dile getirir:

Her şeye rağmen bir oy hakkı savunucusuyum. Kimsenin benim gibi kızları dinlemediğini söylemiştiniz. Artık buna razı gelemem. Hayatım boyunca saygılı oldum. Erkeklerin söylediklerini yaptım. Artık akıllandım. Ne sizden değerli ne de sizden değersizim. Bayan Punkhurst demişti ki; “Özgürlükleri için savaşmak erkeklerin hakkıysa kadınların da buna hakkı vardır. Eğer, kanunlar oğlunu görme diyorsa o kanunu değiştirmek için savaşacağım. İkimiz de kendi çapımızda piyadeleriz. İkimiz de kendi amacımız uğruna savaşıyoruz. Amacıma ihanet etmeyeceğim. Siz amacınıza ihanet eder miydiniz? Edeceğimi sandıysanız, hakkımda yanıldınız.”

Direnişten vazgeçmeyen Maud, aslında bu hareketteki birçok kadının temsilini sunuyor bizlere:

“Camları kırıyor, etrafı yakıyoruz. Çünkü erkeklerin tek anladığı dil, Savaş! Çünkü bizi dövdünüz, ihanet ettiniz ve başka yapacak şey kalmadı.

Hepimizi içeri mi tıkacaksınız? Her evdeyiz, insan ırkının yarısıyız. Hepimizi durduramazsınız.”

kadınların direniş öyküsü suffragette filmi polis

Maud, tutuklu kaldığı süre içerisinde hareket arkadaşlarıyla, açlık grevine girişir, beş gün boyunca hiçbir şey yemez, içmezler. Eğer içlerinden biri ölür ve farkedilirse bu kadınların lehine olabileceği için zorla ve barbarca beslenilirler. Dışarı çıktıklarında kralın da katılacağı bir at yarışı için seslerini duyurabilecekleri bir umut ışığı yakalarlar.

Filmde doktor olmak isteyip de babası tarafından kimyager olan Edith Ellyn (Helena Bonham Carter), harekette pek çok kişiye ilham veren bir kitap sunar Maud’a. Kitabın adı: Hayaller’dir:

Göçebe kadın ilerler.

Özgürlük ülkesini arar.

Oraya nasıl ulaşacağım? diye sorar.

Mantığı cevap verir:

Yalnızca ama yalnızca tek bir yol var.

İşçi sahilinden iner, acının sularında gezersin.

Başka yolu yok.

Kadın geçmişte tutunduklarını bırakarak feryat eder.

Kimsenin ulaşamadığı bu uzak ülkeye ne diye varayım?

Yalnızım,

Yapayalnızım.

Emily Wilding Davison (Natalie Press), hareketin gücüne inanan, mücadele ruhunu en etkili yansıtan ismi olur. Hayatını yitirdiği at yarışında tek amacı vardı: Kadın Hakları. Onun ölümüyle tüm dünya ayağa kalkar ve kadın haklarına olan ilgi dünya çapında oldukça artmıştır.

Kadınların tek tek özel alanlarında yaşadıkları deneyimlerin aslında kişisel sorunlar olmadığı, bütünlüklü toplumsal bir egemenlik sisteminin parçası olduğudur. Burada mücadele ederken geçmişteki hatalardan ders çıkararak ve kazanımlardan geriye düşmeyerek ilerlemek önemlidir. Bedene sahip çıkma, bir yanıyla da kurban ve mağdur psikolojisinden sıyrılıp, kendi bedenlerine yabancılaşmadan kurtuluşu ve özgürleşmeyi, güçlenmeyi hedeflemektir. Mücadele için kadının güçlenerek çıkması her şeyden daha önemlidir. Bu anlamda, özel olanın politikasını yapabilmek, yaşanan durumların tek bir kadının deneyimi değil, her kadının günlük deneyimi olduğunu bilince çıkarmaktan, kadın dayanışmasını yükseltmekten ve patriyarkanın (ataerkillik) teşhirini yapabilmekten geçer.

1918 yılında, 30 yaş üzerinde bazı kadınlara oy hakkı tanındı.

1925 yılında, bir kadın çocukları üzerinde hak iddia edebildi.

1928’de kadınlar da erkeklerle aynı oy hakkına sahip oldu.

Ülke çapında kadınlara oy hakkı tanıyan ülkeler

1893 Yeni Zelanda / 1902 Avustralya / 1913 Norveç / 1917 Rusya / 1918 Avustralya, Almanya, Polonya / 1920 A.B.D / 1932 Brezilya / 1934 Türkiye / 1944 Fransa / 1945 İtalya / 1949 Çin, Hindistan / 1953 Meksika / 1971 İsviçre / 1974 Ürdün / 1976 Nijerya / 2003 Katar / 2015 Suudi Arabistan.

Hayaller kitabı son cümleleriyle kadınlara fısıldar:

Mantığı ona der ki!

Sessiz ol.

O da der ki!

Ayak sesleri duyuyorum.

Onlarca, yüzlerce, binlerce kişi bunu bu şekilde yendi.

Onlar, senin izinden gelecek olanların sesi.

Önderlik et!

https://www.youtube.com/watch?v=E7hNiT1aZE8

İlgili yazılar

Kadına eşitlik iş hayatında gözükmüyor!

Cinsiyet Metaforu ve Kadın Üzerine


Kadına Şiddet: Nerede Hata Yapıyoruz?


Aylin İçsel
İnsanın en büyük pratiği kendi hayatıdır, derler. Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her doktrin muazzam mucizelerle dolu biz insanlara münhasırdır. Benimse en büyük meramım, derin bir insan sevgisi ve anlayışı, bütün insanlara duyulan kardeşlik ruhu; insanların mutabakat içinde olmaları, dünyayı daha iyi algılayıp, daha yaşanılır bir yer olmaya muktedir, düşüncelerin özgür, barışın ve insanlığın hüküm sürdüğü, çocukların mutlu yaşadığı bir dünya inancı ve de hayalidir. Yazmaksa, olup bitenler karşısında herkesin sesi olmak, kıyılardan geçip, sokağın en işlek caddelerinden dokunmaktır hayata... Yaşamın kendisine karışmak ve keşfetmek tutkusudur. Varoluşun en derin sebebidir yazmak...