Boncuklu tabancalarımızı geri verin

Dünya üzerinde bir milyara yakın silah dolaşıyor. Terörist olunup polis öldürülen Counter Strike oyunu, dünya genelinde beş yüz milyon satıyor.

Ortadoğuya mütemadiyen silah satan aşağılıklar, vakti zamanında bize boncuklu tabanca dağıtmışlardı, şimdiyse bomba yapıyor ve patlatıyorlar.

Çocukluğumda Counter Strike adında bir oyun oynardık. Teröristlerle polisleri çatıştıran bu oyun, dünya genelinde beş yüz milyon satmıştı ve mahallemde oynamayan yoktu. O zamanlar neşeyle okuldan kaçıyor, teröristlerin kazanması için kıyasıya çatışıyorduk.

Çocukluğumda boncuklu tabancalar revaçtaydı. Erken yaşta şiddete eğilimin en somut aracıydı onlar. Peynir ekmek gibi satıldığı için mahallemizde silahsız çocuk kalmamıştı. Sokakları çatışma alanına çevirir, vücudu morartan sarı boncukları öfkeyle nişanlardık düşmanımıza. Akşam ezanıyla eve dönünce yaralarımızı saklamaya çalışırdık. Annem her seferinde uyarırdı beni; “Haberlerde izledim, falanca çocuk kör olmuş, oynamayın oğlum bunlarla”.


Dinlemezdim.

Kardeşimi kazara gözünün hemen altından vurunca, boncuklu tabancaya tövbe ettim. Neredeyse onu kör edecektim ki düşüncesi bile korkunçtu.

Sonra biraz büyüdüm. Babamın gerçek bir silahı vardı. Neden ihtiyaç duyduğunu bilmiyordum. O zamana dek tavşan avlamışlığı ya da hobi niyetine poligona gitmişliği yoktu. Bunaltıcı bir bahar günü dükkanda pineklerken şöyle dedi bana: “Ruhsatı uzatmak için muayeneden geçmem gerek ama gözlerim iyice bozuldu, silahı ya emniyete teslim edeceğim ya da sana vereceğim”.

Şaşkındım, kardeşimi yüzünden vurduğum günden beri silah tutmamıştım. Heyecanlıydım da dünya üzerinde bir milyara yakın silah dolaştığını biliyor, silahın güç, gücün iktidar, iktidarın haz, hazzın da mutluluk getireceğini tahmin ediyordum. Hiç olmazsa yastığımın altına koyardım. Gerçi biraz deli uyurdum ben, Allah muhafaza kendimi dahi vurabilirdim, her ihtimale karşı dolaba kilitlemeliydim. Bunları düşünmekten sabaha dek uyuyamadım…

Öyle zayıftım ki hiçbir tişört yakışmazdı üstüme. Cılız insanlarda tişörtün nasıl durduğunu, elma şekerine saplanmış kürdana benzeyen kolların vahametini en iyi Umut Sarıkaya anlatır, lakin konumuz o değil. Güçlü olmadığım için ve hep ezilenlerin yanında saf tutmaktan sıkıldığım için babamın silahına sahip olmak cazip gelmişti.

Ruhsatı almayı seve seve kabul ettim.

Gerekli işlemler için sakal tıraşı olmam ve takım elbise giymem konusunda ısrarcıydı babam, ciddi bir intiba bırakmamızı istiyordu. Yıllardır itinayla uzattığım sakalımı kesme düşüncesi bile korkunçtu. Hayatımda ilk kez kravat takacaktım, sanki ruhsat almaya değil, kız istemeye gidiyorduk. Sevgili babama, sakalımı kesince on iki yaşında görüneceğimi ve aklıselim hiçbir yetkilinin bana silah ruhsatı vermeyeceğini izah etmeye çalıştım, dinlemedi. Yola koyulduk.


Cılız insanlara takım elbise de yakışmıyormuş, yol boyunca kendimi bir günlüğüne başbakanlık koltuğuna oturan çocuk gibi hissettim. Nihayet ilgili merciye ulaştığımızda ise sükut – u hayale uğradık, zira silah ruhsatı için yirmi bir yaşını doldurmak gerekiyormuş, ben on dokuz yaşındaydım. Babam da göz testini geçemeyince silahımıza el koydular. Ellerimiz boş döndük dükkana.

Sonra biraz daha büyüdüm. Büyüdükçe geleceği az, geçmişi daha fazla düşündüm.

Çocukluğumda Counter Strike adında bir oyun oynardık. Teröristlerle polisleri çatıştıran bu oyun, dünya genelinde beş yüz milyon satmıştı ve mahallemde oynamayan yoktu. Lise çıkışlarında arkadaşım Ömer’in; “Biz terörist olacağız, siz anti – terör olun” deyişini halen anımsıyorum, “bu sefer de biz terörist olalım yahu” diye itiraz edişimi de… Terörist sözcüğü sadece oyun terimiydi bizim için, kan piksel piksel akar zannederdik. Terörist ne yapar, ne yer, ne içer, nereye sıçar, hiçbir fikrimiz yoktu. Yıllar sonra ülkemize sızacaklarını, başkenti defalarca patlatacaklarını, Güneydoğu illerini geri almak için yüz gün savaş vereceğimizi bilmiyorduk. O zamanlar neşeyle okuldan kaçıyor, teröristlerin kazanması için kıyasıya çatışıyorduk.

Artık o tür oyunlar oynamıyorum, çünkü silahlardan nefret edecek yaşa geldim.

Pek sosyal biri olmamama rağmen şehit yakını üç insan tanıyorum ve onları Counter Strike oynamaya davet edebileceğimi sanmıyorum.

Her terör saldırısından sonra biraz daha büyüyor ve sevdiklerimi düşünüyorum. Artık tek derdim onların ölmemesi.
Aslını sorarsanız bu ülkede hiçbir şey değişmedi.

Ortadoğu’ya mütemadiyen silah satan aşağılıklar, vakti zamanında bizlere boncuklu tabanca dağıtmışlardı, şimdiyse bomba yapıyor ve Ankara’da bedenlerini patlatıyorlar.

Geçmişe dönebilseydim – ki bunu her şeyden fazla isterim – sokaklarda boncuklu tabancayla çatışmak yerine, iki kitap daha okur, belki iki kıza daha aşık olurdum. Fakat yine de hiçbir şey değişmezdi.

Çünkü verdiğim bir reyin ya da çevremin kafasını şişirmek pahasına yaptığım siyasi analizlerin hiçbir işe yaramadığını biliyorum. Bu toplum yöneticilerini ebeveyn olarak görüyor, hesap sormaktan öte, soru sormaya bile lüzum görmüyor. Sadece geri kalmış ataerkil milletler, liderini “baba” olarak görür. Bu açıdan alelade bir Aborjin kabilesinden farkımız yok, seçim günlerinde bile ateş dansı yapıp liderini kutsayan yerlilere benziyoruz, sadece batının teknolojisini tutuşturmuşlar elimize, kafamız dağılsın diye.

Dünya üzerinde bir milyara yakın silah dolaşıyor. Terörist olunup polis öldürülen Counter Strike oyunu, dünya genelinde beş yüz milyon satıyor.


Ve ben silah ruhsatı almak için takım elbise giydiğim günü düşünüyorum. Böyle giderse hepimiz ruhsatlı silah edinmek için devlete başvuracağız. Çünkü devlet baba bile artık bizi koruyamıyor.

Türkiye nasıl bir iç savaşa sürükleniyor? Ne yapmalı?


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.