Aidiyet duygusu, yardımlaşma, dayanışma, büyüklere saygı, küçükleri kollama ve sevgi, sorumluluk, görev bilinci… vb. Gel de yeni nesil ile kıyas yapma, mahalleli olmanın verdiği, aynı okulda okumanın verdiği sahiplenme, aidiyet duygusunu boş verdim; aile olmanın aynı kan bağına sahip olmanın aidiyet duygusu da kaybolmuş.
Küçüçük bir çocuk iken herkes ve herşey bize çok büyük gelirdi. Mahallemizde oturan sokak sakinleri de dahildi. Sokağımızda oturan kadınlar bize yaşlı ve ulaşılmaz, büyük gelirdi. Sanki kadınlar arasında gizli bir anlaşma varmışçasına, aynı yaştaki bekar kadınlara abla, evli olanlara teyze dedirtirdi büyüklerimiz.
Ola ki yanlışlıkla yaşını başını almış müzmin bekara teyze dersek, anında büyükler tarafından söylemimiz düzeltilir “Aaa, teyze olur mu ayol, hanım diyeceksin” diye ikaz işitirdik. O zamanlar herkes bize çok yaşlı görünürdü. Kendimizden 2-3 yaş büyüklere bile abla, abi der, ne kadar sokakta oyun arkadaşımız olsa da okulda saygı ve hürmette kusur edilmezdi.
Kantin sırasında sıraya girmeye çalışan abilerimizin, ablalarımızın elinden parayı kapar, görev ve sorumluluk sahibi bir duruşla “sen git bekleme, ben senin tostunu sınıfına getiririm.” derdik. Böyle yapardık büyük bir gururla, bir yandan da bilirdik, biz de üst sınıfa geçince alt sınıflar bize tam da böyle davranacak. Bizden yaşça büyüklere yapılan hürmet ve sorumluluk karşılık görürdü elbet.
1980’lerde yaşayan, sokakta oynayan her çocuğun başına gelen alt veya üst mahalleyle yapılan sokak savaşları pek meşhurdu. Kıran kırana geçen bu savaşlarda günler öncesinden cephane biriktirilir (mandalina kabukları örneğin), sapanla atılacak materyaller belli bir seviyeye ulaştığında da savaş başlatılırdı. Bazen tek başınıza yürürken, karşınıza çıkan düşman mahalledeki çocuk sizden büyükse bir güzel pataklardı. Ağlayarak mahallemize koşar, metin bir şekilde içimizi çekerek abilerimize anlatır, onlar da hemen intikamımızı alırdı.
Aidiyet duygusu küçük yaşlarda başlar
Şimdi düşünüyorum da o zamanlar niye yaptığımızı bilmeden, sadece öyle gördüğümüz için bizim de devam ettirdiğimiz bu davranışın altında ne çok sosyolojik ve psikolojik mesaj varmış. Aidiyet duygusu, yardımlaşma, dayanışma, büyüklere saygı, küçükleri kollama ve sevgi, sorumluluk, görev bilinci… vb.
Öğretmenlik yaptığım 22 yıl boyunca hem mesleğimi icra ettim, hem de psikoloji eğitiminin vermiş olduğu gözlem ve inceleme davranışını sürdürdüm. 1990’lardan itibaren ‘Özal dönemi çocuğu’ deyimiyle nitelendirilen yeni nesilde, bu çeşit davranışlar azaldı ve 2000’li yıllar itibarıyla büyük kentlerde hiç kalmadı. Bazı vakıf okullarında bu davranış gelenekselleştiği için azalarak sürse de genel olarak gençlik “adam sendecilik” anlayışına sahip. Çocuklar bazen aynı okullarda okuyan öz kardeşlerini bile kollayıp, korumuyorlar. “Her koyun kendi bacağından asılır”, sözünü haklı çıkarırcasına gençler ve çocuklar herkes kendisinden sorumlu.
Şöyle bir örnek vereyim, ablam benden altı yaş büyüktü ve ben orta birdeyken o lise sondaydı, en küçük kardeşim de ilkokul birinci sınıfta okuyordu. Ablam her ikimizin de veli toplantılarına katılır, not tutar ve söz alıp bizim adımıza konuşurdu. Böyle yaparak annemin yükünün bir kısmını hafifletir, bizim ödev ve derslerimize yardım ederdi. Ablam bir istisna değildi, birçok arkadaşımın yaşça büyük ablaları bu davranışı sergilerdi. Öğretmenlik mesleğimi icra ettiğim özel okullarda bu duruma benzer bir olay neredeyse hiç yaşamadım. Bazen abla veya abilerine küçük sınıftaki kardeşler ile ilgili bir öneri ya da şikayet söylediğimde “hocam anneme söyleyin, babamla konuşmayın bu aralar çok seyahatte ulaşamazsınız” yanıtını alıyordum. Yani” şu anda ben de size yardım etmem” diyordu, o çocuğun büyükleri. Ehh gel de kıyas yapma, mahalleli olmanın verdiği, aynı okulda okumanın verdiği sahiplenme, aidiyet duygusunu boş verdim; aile olmanın aynı kan bağına sahip olmanın aidiyet duygusu da kaybolmuş.
Haliyle bu değerlendirmeleri yaparken sadece gençleri ve çocukları gözlemlemiyorum, etrafımdaki herkes nasibini alıyor. İki gün önce iki gözü iki çeşme ağlayarak bana gelen eski bir danışanım, Artvin Cerrahtepe ile ilgili olan bitenden çok rahatsızlık duyduğunu anlatıyordu. Bireysel olarak ne yapabiliriz diye konuşurken, eşi ve ailesinin Artvin Hopa’lı olduğunu söyledi, tüm aile İstanbul’a taşınmış, tüm çocuklar üniversite bitirmiş, toplumda saygın, değerli ve statüsü yüksek işlerde çalışıyorlar, eşlerini de kendileri gibi seçmişler…
Danışanım diyor ki “geçen hafta aile yemeği için dışarda toplandık, tüm kuzenler, çocukları ve hatta torunlardan gelebilenlerle 35-40 kişi kadardık. Orada Artvin’i korumak ve savunmak için bir şeyler yapalım dediğimde üstünde konuşuldu ve alelade bir konu gibi geçiştirildi. Ailenin büyüğünü sıkıştırdığımda “biz ne yapabiliriz ki? Oylarına sahip çıkacaktı Artvin halkı.” demiş.
Sorumluluk ve görev bilinci her yaş ve sınıfta azalmaya hatta yok olmaya devam ediyor. Sanırım konuyu toparlayacak son örnek bütün anlattıklarımın bir özeti niteliğinde. Bir gün okulda bir 10. Sınıf öğrencisinin ödevini teslim etmediğini farkettim, Teneffüste yanıma çağırdım ve sebebini sordum, bana “bir dakika hocam” dedi. Çıkardı cep telefonunu bir numaraya bastı ve karşısına çıkan kişiyi iyice bir haşladı. “Neden benim çantama ödevimi koymadın, sana kaç kere dedim, masamı doğru düzgün topla diye.” deyip telefonu kapadı. Kimi aradığını sordum, evdeki ev işlerine bakan kadını aramış.