Ölüm fenomeni: Anlam veremedim ölüm ne demek?

Yaşadığım yıl sayısını bölsek ikiye, kalan sayıdır belki de gördüğüm ölülerin sayısı. Doğan bebeklerden daha çok sevdim ölü bedenleri. Arkalarından ağlayanları gördüm. Kimilerinin hatrına geliyordu kendi ‘ölüm’leri, kimileri alacaklarını düşünüyorlardı ve kimileri de zamanın toplamdaki acımasızlığını.

Ölüm fenomeni: Anlam veremedim ölüm ne demek?
Ölüm fenomeni: Anlam veremedim ölüm ne demek?

Bir zamanlar çocuktum. Anneannemle dedemin “kabuslardan” korunaklı evlerinde üzerime geçirdiğim televizyon tülüyle – o zamanlar televizyon evin en değerli hazinesiydi ve gelinlik kız gibi süslenirdi tozlanmasından korkularak –  evcilik oynuyordum. Haftasonu olmalıydı çünkü annem ve babam beni görmeye gelmişlerdi. Telefon çaldı. Telefonu açan dedem miydi bilemiyorum ama babamın ahizeyi tutuşunu ve gözlerinden akan yaşları gizleyerek telefonu kapatışını çok iyi hatırlıyorum. Bir de iki kolunu kafasına siper ederek balkon tırabzanlarına dayanışını. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu, öpmek istedim ben onları.

Annem öldü, dedi. Anlam veremedim ölüm ne demek! Yok olmak mı? Yoksa sesinin tonunu, ahengini unutmak mı?


Telefona cevap verecek kadar büyüdüğümde, bir gece öncesinde bizi ziyarete gelen dayımın evinin yandığını söyledi bana başka bir dayım. Ne annem vardı evde ne de babam. Bu yükü tek başıma kaldırabilecek kadar büyümüştüm ben artık, demek ki. Kardeşimi boya kalemlerinden ve renkli önlüğünden sıyırıp gerçekliğe çektim. Annemi bulduk yürüdüğümüz yolda. Önce yanan eve gittik. Sokakta oynayan çocuklar, yüksek sesiyle notalarını dışarı püskürten kasetçalarlar ve dinleyicileri sarmıştı yanan evin sokağını.

O sisli, kara duman lekeleri olmasa evin dış duvarlarında, günlük hayatın devam ettiğini sanabilirdi herkes. Ama bizim için sıradan bir gün değildi bu. Yeniden yürüdük yollarda, umudumuzu kara duvarlı evde bırakıp.  Anneannemle dedemin evinin kabus korunaklıkları devrilmişti. Dayım bir divanda bağdaş kurmuş oturuyor, kendisini suçlarcasına ağıt yakıyordu. Dayımın karısı, dedemin özensizce bir araya getirdiği tahtalardan oluşturduğu taburede, kendi içine akan sessiz feryatlarıyla ağlıyordu.

Beri yanda masmavi gözleriyle tüm bunlara bir anlam veremeyen, benden 3–4 yaş küçük kuzenim limon ağacına dikmiş gözlerini öyle suskun, öyle mahzun dikilmişti. Sadece biri yoktu aralarında, aileyi tamamlaması gereken. Bir önceki gece; benim bebeklerimle, bizim evde oynayan o sapsarı saçlı, mavi gözlü, yürümeyi yeni öğrenen sabi dilberi göremedim oralarda. Kimse de cesaret edemedi sormaya. Zaten bu kadar ağıta, bu kadar gözyaşına çoktan ortaya çıkardı fırlama!

Ölüm Fenomeni: Anlam veremedim ölüm ne demek?

Artık başkalarına değil, kendime sorular sormaya başladığım yaşlardaydım.

Yaşlandıkça yürümeyi unutan dedemi, korunaklı duvarları ağlama duvarı haline gelen balkona çıkarıyordum bir gün. Gözlerini gökyüzüne doğru çevirdi, ben kolunun altında siper olmuştum bu kez. Geliyorum, bekleyin beni dedi. Gözleri buğulu ama feri yok gibiydi. O gün Barış Manço’ ya ağladı bütün Türkiye, bizse hem Barış Manço’ya hem de dedeme ağladık. Cenaze evini elbise satmak için kullanan bir akraba gördüm hayatımda ilk kez. Kar marjı yüksek bir cenazeydi dedeminki. Belki de bu yüzden hala rüyamda görüyorum onu. Onun ruhuna bulanmış elbiseleri giyenler var diye.

Başkalarının bana sorular sorduğu ve o soruları çözerek başarıya ulaşacağımı keşfettiğim yaşlara geldiğimde, anne bedduasının ölüm şekline karar verebildiğini de anlamış oldum. 2000’i 2 yıl geçe, bütün dünyanın yeni bir yıl için umutlar biriktirdiği, kendi dinlerinde dilleri döndüğünce, bu umutları kelimelere döktüğü, birbirinden eğlenceli şarkılarda döktürdüğü gece yolladık amcalarımdan birini, Tanrı’nın huzurlu katına. Bedeni pek huzurlu değildi aslında, onca yıl içtiği alkollü suların şişirdiği göbeğiyle. Annesi demiş, belki huzur bulur ruhun, bu meyler ağzından geldiğinde!

Ve annesinin 9 ay karnında taşıdığı, onca yıl kapı komşusu olup da kardeşlikten komşuluk mertebesine ulaştırdığı bir diğer kardeşini de, onun ölümünden tam 9 ay sonra yerleştirdik toprak ananın koynuna. Ölüm onun ziyaretine köy kahvesinde gelmiş. Annesi demiş, belki huzur bulur ruhun, bu köy kahvesi sana mezar olduğunda!


Birkaç sene ziyaretimize gelmedi ölüm.

Bizim ailenin üyeleri de unuttu o acıları. Artık ben hem kendime hem başkalarına sorular soracak kadar büyümüş, başkalarının bana sorduğu sorulara da açık yüreklilikle cevap verecek kadar da alışmıştım dünyaya. Bilmediklerimi öğrenmeye hevesliydim, masallarımın dayanağı olsun diye. Ve sevdiklerimi, onlar yaşarlarken terk etmek zor geliyordu. Biliyordum ölenin geri gelmeyeceğini. Çocukluğumdan kalan birkaç anıya sıkı sıkı sarılmıştım; masallarla uyuttuğum zihnimi gerçeklikten koparmamak için. Sanıyorum anneannemi seven birkaç kişiden biri olmam da bu yüzden. O benim gerçekliğimle masallarımın arasındaki, bana çocukluğumdan kalan tek bağdı.

Diyorlardı ki:

— Anneannen inatçı, bencil, kendinden başka kimseyi sevmez, ha bir de parayı!

Diyordum ki:

— Anneannem beni sever, ninnilerle, masallarla büyüttü beni. Domatesin çekirdeği kırmızı ve ben anneannem için bu dünyanın yıldızıyım.

Ölüm Fenomeni: Anlam veremedim ölüm ne demek?

Ben bu dünyada kaldım. O ise toprak ananın kucağında, dedemin tam üstüne yerleşti. Aradan geçen 9 sene izin verdi, aynı mezarda uyumalarına. Cenazesinde ağlayanların çoğu o yaşarken arkasından inatçı, bencil diye konuşanlardı. Yüzlerine bakamadım, zira sebebi hangi yüzlerine bakacağımı bilemeyişimdendi. Dualarına katılmadım çünkü ağızlarının dudakları huzurla ve Tanrı sevgisiyle kımıldarken kalplerinin dudakları nefretle ve kinle gülümsüyordu.

Ölümü sevmek zor! Ölümün rengini görmekse sanırım daha zor. Önce kendini tanımalı insan.


Önce bedenini toprağa bağışlayanın rengini görmeli, insan.
Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir.
Düşman olanlara düşman,
dost olanlara dost görünür.
~ Mesnevi

Ölümün ötesi: Nekrofili ve bolca gerilim