Erkek olmak, kadın olmak, insan olmak!

Ailede erkek çocuğuna verilen aşırı değer ve özgürlük, söz konusu kız çocukları olunca aşırı korumacı ve baskılayıcı bir tavra dönüşüyor.

Erkek olmak, kadın olmak…

Son dönemde artan boşanmaların sebepleri toplumda ve dolayısıyla iki cinsiyetin özel hayatlarında yaşanan kaoslar değil midir?

Kimileri tarafından ne kadar kabul edilmese de toplumumuzun en büyük gerçeği erkek egemenliğinde olmasıdır. Kadın ve erkek yasal olarak eşit haklara sahip olsa da ne yazık ki sosyal hayatta bu pek de mümkün olan bir durum değil. Ancak buradaki nüans duruma matematiksel bir formül olarak bakmamaktan geçiyor. Şöyle ki; eşitliğin olmaması demek, bir tarafın(cinsiyetin) daha üstün olduğu anlamına gelmesi demek değildir. Bunu zaten bilim bize anlaşılabilir bir dille tek tek açıklıyor.

Gerek beyin yapısı, gerek vücut kimyası gerekse fiziksel özellikler olarak iki cinsiyetin birbirinden tamamen farklı olduğu aşikar. İlk olarak erkek testosteron hormonuyla yönetilirken, kadın östrojen tarafından sahiplenilir. Bu hormonların varlığı bile, iki cinsiyet arasında başlı başına bir fark yaratırken, her iki cinsiyetin beynindeki sinir bağlantı ve iletilerin bile birbirinden farklı olduğu kanıtlanmıştır.


Erkeklerin motor yetilerde, kadınların ise duygusal alanlarda daha başarılı olmalarının temel nedeni ise beyindeki bu sinir iletimlerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Fiziksel özellikler de ise; beyin ağırlığından, kalp ritmine, vücutta bulunan su oranından, kan oranına, ses tellerinin farklılığından, vücuttaki kas yüzdesinin farklılığına kadar onlarca fark bulunmaktadır iki cinsiyet arasında.

Hormonsal, fiziksel ve bunların etkisiyle algısal olarak farklılıkların olduğundan eminiz, bunlar zaten kanıtlanan bilimsel gerçekler. Lakin bu farklılıkların olması bir cinsiyetin daha üstün olmasına gerekçe değildir.

Peki, sadece bu hormonsal ve fiziksel farklılıklar mı kız çocuklarının baskılanıp, erkek çocuklarına verilen sınırsız özgürlüğe tek neden?

Erkek vücudunda ki kan oranının daha fazla olması mı, kalp ritminin daha hızlı olması mı yoksa ananelerin, körü körüne inanılan doğruların, toplumsal psikolojilerin geçmişten günümüze getirdiği bir travma, bir kısır döngü mü bu durum?

Mutsuz kadınlar, mutsuz erkekler, yürümeyen ilişkiler, mutsuz yetiştirilen çocuklar, toplumun ahlaki değerlerinin teorikte çok yüksek fakat pratikte fazlaca çökmüş olması, kadına uygulanan şiddet, tecavüzler…

Bu “özgürlüğün” sonuçları olabilir mi?

Evet, olur!

Küçükken pipisini amcalara göstermesi istenen, tuvaleti geldiği zaman erkek olduğu için istediği yere yapma/ yaptırılma özgürlüğüne sahip, arkadaş ilişkilerinde haksız olsa dahi kaba kuvvete başvurarak üstünlüğünü kanıtlaması istenen bu erkek çocukları, bu tavizlerle yetişmeye başlayıp, ebeveynlerinin tahmin bile edemeyeceği sorunlara neden olabilecek yetişkinlere dönüşebiliyorlar ne yazık ki!

Ailede erkek çocuğuna verilen aşırı değer ve özgürlük, söz konusu kız çocukları olunca aşırı korumacı ve baskılayıcı bir tavra dönüşüyor. Kız çocuklarının yapması ve yapmaması gerekenler altı çizili şekilde “yakışıyor mu bir kız çocuğuna” ifadeleriyle vurgulanıyorken, bu durum erkek çocuklarında “erkek adam tabii yapacak” sözleriyle doğru ya da yanlış olsa da destekleniyor. Ve ataerkil toplumumuzda; erkek çocuklarına empoze edilen bu aşırı özgüven ve özgürlük, bu çocuklar büyüdüklerinde gerek iş gerekse sosyal ve özel hayatlarında handikaplara sebep oluyor.

Her konuda “erkek” olduğu için kendini haklı bulan, toplumda “en + olumlu” olduğunu düşünen, her yaptığının makbul olduğunu sanan, kadına değer vermeyen, iş hayatında kadının başarılı olabileceğini kabul etmeyen / edemeyen, özel ilişkilerde “kadın erkeğin bir adım gerisindedir” ana başlığıyla yetiştirildiği için önde olmaya çalışan… Özgüvenlerinin yüksek olmasını, erkek olduklarını kadınlar tarafından hissettirilmeye ihtiyaç duyan, insan değil de “erkek” olarak özel bir tür olduğunu düşünen ve ülkemizde hiçte azımsanmayacak bir yüzdeye sahip olanlar değil aslında suçlu olan! Çünkü onlar olması gerekenlerin, doğru olanın bu olduğu beyinlerine kazınarak yetiştirilmişler. Çünkü onlar “normal”in bu olduğunu sanarak büyümüşler ve bu olması gerekenler maalesef ki toplumda kimsenin çokta umursamadığı, bildiği görmezden geldiği hatta çoğunun da göremeyecek kadar kör olduğu hiçte abartılacak bir kelime olmayan kaoslara neden olmaktadır.

Nedir bu kaos?

Ataerkil toplumun erkek egemenliği…

Olması gereken bu olabilir ya da tamamen bir yanlıştır belki de tam burada –yer yer – ikilemini kullanabiliriz.


21.yy.da, ülkece hala bir geçiş dönemi yaşarken; baki kalan, sınırsız özgürlükle yetişmiş, ataerkil toplumun var olmak için kadın pohpohlamasına, erkekliğini kanıtlamak için kadını ezmeye yöneltilmiş biçare ama güya güçlü erkekleri… Bunun yanında sınırlandırılan, sadece bir adım geride durması öğütlenerek yetişen, bu durumun farkında olsa dahi gerek toplumsal baskı gerekse maddi hususlar nedeniyle yapmak istediğini yapamayan, olmak istediği yerde olamayan kadınları…

Bir yanda da; uzun süredir batılaşma çabasındaki toplumumuzla beraber daha özgüvenli ve daha benlik sahibi yetişen, erkekliğin sorgusuz bir üstünlük, kadın olmanın da güçsüzlük ve zayıflık olduğunu düşünmeyen, iki cins arasındaki farklılıkların erkeği üstün ırk saymasını reddeden kadın ve erkekleri…

Ne yazık ki; bu kaosun en büyük sebebi de yetiştirilen kadınların bu yeni durumu daha çabuk kabullenmeleri ve sayıca artmaları.

Yetiştirilme tarzları, eğitim durumları, toplumda ki yerleri, başarıları, hedefleri ve bunlarla doğru orantılı olarak düşünce, davranış ve hayattan beklentileri de değişmektedir.

Son durum ise:

Farklı zaman ve şartlarda yetişen bunca kadın ve erkeğin aynı iş, aynı aile, aynı toplumda yaşam mücadelesi, birlikte kalabilme çabası…

Zaten kişiler arası ve cinsiyet olarak var olan farklılıklar “insan” olma başlığı altında belki bir çözüm yoluna sahipken; devreye giren yetiştirilme tarzları ve toplumda kadın ve erkeğe yüklenen farklı misyonlar, büyük sosyo—kültürel eşitsizliklere neden olmakta ve bu eşitsizliklerde ne yazık ki hala ataerkil olan toplumda ki kadınlara bedel ödetmektedir.

Son dönemde artan boşanmaların en büyük sebepleri de toplumda ve dolayısıyla iki cinsiyetin özel hayatlarında yaşanan kaoslar değil midir?

(2014 yılına göre %4.5 artış gösteren boşanmalar, 2004 yılına göre yani son 10 yılda %38 artış göstermiştir.) (http://www.tuik.gov.tr/)

Ya da çalışmayı, para kazanmayı, kariyer yapmayı hedefleyen kadınların azımsanmayacak kadar çok olan yüzdesinin uğradığı sözel – fiziksel tacizler, yaşadıkları mobbingler…

Hatta gelinen son nokta ki; toplumca akıl tutulmasına sürüklendiğimizin en net kanıtı; tecavüze uğrayan kadınlarımızın, o çok bilmiş, en eğitimlisinden en eğitimsizine, en dindarından en dinsizine kadar, toplum tarafından hunharca yargılanması, bulunduğu yer – saat ya da giydiği kıyafet yüzünden tecavüzcüsünün haklı çıkarılması…

İşte “erkek” çocuğunu çok seven annenin evladına gösterdiği tavizler, babanın çocuğuna verdiği “sınırsız özgürlük”, toplumun ağzına pelesenk olan “erkek adam yapar” gibi masumca duran, atalarımızdan gelen toplum bilincinin yanlış farkındalığı, bizi hiçte masum olmayan ve ne yazık ki en basitinden en suç olan davranışlara kadar yol açabilen sonuçları bunlar.

Eğitimle, dinle ya da anne – babanın çocuğunu az veya çok sevmesiyle alakası olmayan, toplumca bulunduğumuz bu noktadan; cinsiyet ayrımı olmaksızın sadece insan olduğumuzu kabul ederek, cinsiyetlere misyonlar yüklemeyerek uzaklaşabiliriz. İşteki başarıların, ailelerdeki, özel hayatlarda ki mutluluğun, kadına karşı işlenen suçların tek çözümü “insan” olmaktan geçiyor.


Kadınsak ya da erkeksek varız değil, insansak varız!

Mutlu ailenin sırrı: Aşk ve romantizm!


Açelya Yılmazer
1984 Ankara doğumlu. Başkent Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon bölümünden 2007 yılında mezun olduktan sonra 2007-2016 yılları arası engelli çocuklarla çalıştı. 2016 yılında Uluslararası Hipnoterapist olarak bu alanda çalışmaya başladı. Yazıları İnternet dergilerinde yayınlandı,. İnstagramda @hipnoterapist.acelyayilmazer adlı hesabın sahibi ve halen insanların fiziksel ve ruhsal sorunlarının üzerinden gelmek için çalışıyor. Kitap okumak ve öğrenmek en vazgeçilmezleri arasında. Yaratmayı ve üretmeyi seviyor. İnsanların, doğanın bir yansıması olduğunu ve insanın bu dünyaya bir amaçla geldiğini düşünüyor. Ve diyor ki; "Umarım yazdıklarımdan bir tanesi bile olsun, bir insanın bu dünyada ki amacını bulmasını sağlayabilir..."