İnsan dünyasını değiştirirse dünya da değişir

İnsan… Yalnızca insanlık vardı ama İnsan olarak onu da yitirdik… Sen dünyanı değiştir ki dünyan da senin için değişsin… İnandığın her şey koca bir yanılgı ve yalandan ibaret olup, yaşın kadar harcadığın bir ömrü boşu boşuna bir yalan uğruna harcadıysan eğer…

İnsan dünyasını değiştirirse dünya da değişir

İnsan olarak kendine bile cevap veremediğin bir takım sorular olup da ateşe düşüp yanma korkusuyla sormaktan sakındıysan… Çocukken inandığın ama toplumca yalanlanan şeyler aslında yalan değil de gerçekse… Dünyayı kurtaracak güce sahipken şimdi kendini bile kurtaramayacak kadar zayıf kalmışsan eğer…

Ben dünyaya gözlerimi bir “İnsan” olarak açtım ve ne konuşmayı biliyordum ne de geldiğim yerin neresi olduğunu… Sonra etrafımı kuşatan insanlara beni gösterip ‘kızımızın ismi Tuğba’ dediler. Herkesin ağzında ‘Tuğba, Tuğba’… İşte o vakit konuşamayan ben anladım ki ‘ben Tuğba’yım!’


Kim ismimi söylese gülücük saçan ifadelerim vardı. Çok geçmedi yavaş yavaş konuşmayı öğrendim. Sonra bana dediler ki ‘senin tuttuğun takım Fenerbahçe, senin dinin İslam, kitabın Kuran… Su içerken bismillah, bitirdiğinde ise elhamdülillah!’

Onlar hep söyledi, bense tekrarladım.

Sonra ayaklarım çözüldü ve yürümeye başladım. Çıktım bahçeye ve gökyüzünü gösterdiler bana da ‘bak evladım, orası gökyüzü ve onun etrafında uçuşan şeylerin adı da serçe… Şu karşındaki yaprakları olan şeyin adı ağaç, o mis kokulu şeyler var ya; onların adı ise çiçek. Papatya, gül, zambak…

Onlar yine söyledi, ben yine tekrarladım.

Ve sonra dediler ki; ‘bu dünyadaki her şey bizim için yaratıldı. O gördüğün ağaçlar, çiçekler, deredeki balıklar, her şey ama her şey bizler için’; inandım ve çoğu zaman belki de bencil davrandım. Ve sonra dediler ki; ‘artık senin okul zamanın geldi de geçiyor, haydi bakalım okul zamanı’ Ben de hiç sorgusuz sualsiz bir şekilde okula başladım ve bana 30’lu yaşlarında birini gösterip dediler ki ‘işte bu da senin öğretmenin. O ne söylerse sen de tekrarlayacaksın’ Belki bu söyledikleri bana yabancı gelmemişti. Çünkü; doğduğum günden itibaren, etrafımı saran insanlar da ne söylediyse ben de tekrarlamıştım.

Elime bir takım kitabı tutuşturup ‘bunlar da senin kitapların. Bak bu Türkçe ve sen de bu kitap ile dilini, düşüncelerini ve kendini geliştireceksin. Bu kitabın ismi de Matematik… Bir artı bir ikidir, asla üç demeyeceksin. Dersen sınıfta kalırsın. Bu kitabın ismi de Hayat Bilgisi. Hayata dair öğrenmek istediğin her şeyi bu kitapta bulabilirsin!’

Ben tüm bu söylenen her şeyi bir bir yaptım ve sorgusuz, sualsiz öğretmenin verdiği tüm derslerden tam not almaya çalıştım.

Yıllar yılları hep böyle kovaladı… Derken, gecenin en zifiri karanlığında, hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlıkta ışıl ışıl parlayan bir yıldıza kaydı gözlerim ve o yıldızda kendimi aradım. Buldum mu, bulamadım ve usulca derin derin düşüncelere daldım.

Tuğba, Türkiye’de değil de başka bir ülke de doğsaydı…

Eğer; ben Türkiye’de değil de başka bir ülke de doğsaydım; o vakit ismim Tuğba değil de Maria olabilirdi. Dinim, inandığım değerler, hayata bakış açım ve şu ana kadar öğrendiğim her şey ama her şey farklı olacaktı. Hiçbir zaman Türkçe diye bir dersim olmayacaktı. Savunduğum nice şeylerin belki de karşısında duracaktım. Türkiye’de Fatma okula gönderilmiyormuş, Ali milliyetçi diye içeri alınmış. Ahmet solculuktan dayak yemiş, Zeynep acımasız bir şekilde katledilmiş… Ağaçlar kesilmiş, dallar budanmış… Bunlar benim için bir kayıp olmayacaktı. Hatta öyle ki; doğduğum yer deki yoğrulmuşluğum bana kim bilir Türkiye’yi barbar ve kötü bile tanıtacaktı.

İnsan dünyasını değiştirirse dünya da değişir

Nerede olursam olayım, nerde doğarsam doğayım o vakit anladım ki; benim yerime her şeyin ismi çoktan konulmuş. Tüm sistem, tüm denge, neye inanıp da neye inanmayacağım hususundaki tüm, her şey çoktan inşa edilmiş… Bana düşen ise yalnızca tekrarlamak…

Sonra geceye seslendim usulca. ‘Sen misin karanlık, ben miyim yoksa?’


Önümüze 2 seçenek sunmuşlar; Biri cennet, diğeri cehennem

Ömrüm ve hayatım boyunca ne yazık ki hep korkak yaşamışım. Daha doğrusu insanoğlu olarak hep korkak yaşamışız. Önümüze 2 seçenek sunmuşlar. Biri cennet, diğeri cehennem. Sonrasında önümüze kurallar koyup, bu kuralların bizim hakikatimiz olduğuna inandırmışlar. Kuralların dışına çıkarsan sonun cehennem ve yanarsın. Sanki daha önce çok yanmışlar gibi…

Bize hep şunu öğrettiler; ‘haddini aşıp da sorgulama gibi bir gaflete düşme sakın!’ Aksi takdirde farkında olmadan inancından olursun. Sen bizim söylediklerimizi yap, o vakit mükafatın cennet ve seni melekler karşılayacak huzurda… Ama yok şüpheye düşersen eğer, ne kadar iyi olursan ol, ne kadar insanlığa hayrın dokunursa dokunsun işe yaramaz, ateşe düşer de yanarsın…

‘Mevlam’a seslendim’ ve dedim ki ona…

Belki de şu an ilk defa cesaretimi toplayıp, gözlerimi kapayıp ‘Mevlam’a seslendim’ ve dedim ki ona;
‘Allah’ım ben senin yoktan var ettiğin bu dünyaya bir insan olarak geldim ve etrafımdaki insanlar ne söylediyse maalesef ki onları kabul edip de gerçeğim, hakikatim sandım. Ne vakit, öğrettikleri şeyleri sorgular olsam beni senle korkuttular. Sonra baktım dünyaya, insanlığa… Tüm dünyayı çepeçevre saran bir ateş var. Bu ateşin adı savaş. Ama sorsan ki insanların savaşı kime? Allah’ım inanır mısın, insanların savaşı sana.

Her bir ülkenin, her bir milletin tek gayesi dinler arası bir savaş oluyor da ne yazık ki insanlık için olmuyor. Hatta öyle acı bir gerçek var ki senin adına bir şeyler yazıp, senin hükmünmüş gibi bizlere sunup da insanlığa karşı savaşa zorluyorlar. Kazanan taraf belli… Bizler hiç sorgusuz, sualsiz bir şekilde yüzyıllar önce saltanatını kurup da sistemini oluşturmuş insanların maalesef ki gariban askerleriyiz. Savaşımız ise; insanlığı yok etmek için. Eğer; insanlık için savaşacak olursak, işte o zaman kaybedeceğini bildiklerinden bizi en hassas tarafımızdan vuruyorlar…

Ya ben İsrail’de de doğsam, Hindistan’da da, Çin’de, Fransa’da…

Allah’ım; ben İsrail’de de doğsam, Hindistan’da da, Çin’de de, Fransa’da da belki dilim değişecek, belki örfüm, adetim, inancım, her şeyim değişecek ama değişmeyen tek şey var ki o da başkalarının inancına karşı açmış olduğum savaş. Ki bu savaşı ben değil de beni yoğuran eller istemekte. O eller ki her ülkenin içinde nice Firavunlar yetiştirmiş ve onlar yazıyor, halk ise maalesef ki onların yazdığı kitabı hem okuyup, hem de yaşamak zorunda bırakılıyor. Aksi takdirde Firavun’un tahtı kırılır ki buna da izin vermezler.

İnsan’ı insan olduğu için sevmek isterim

Allah’ım; ben insanı insan olduğu için sevmek isterim. Tıpkı; ilk insan Hz. Adem ve Hz. Havva gibi… Onlar dünyaya ilk düştüklerinde ne ülke vardı, ne de herhangi bir dil… Yalnızca insanlık vardı ama insan olarak onu da yitirdik.

Filistin’e ateş düşmüş, İsrail’de insanlık ölmüş, Türkiye’de Tuğba ağlıyormuş kime ne…

Allah’ım; Ben şu ana kadar hep korkutuldum. Sandım ki huzuruna çıkıp da sana seslensem kızacaksın. Ya da sana saygısızlık etmiş olacağım. Oysa, beni yoktan var eden sen, dışım kadar içimi de benden daha iyi bilmez misin?

Bilirsin ya; 1 sevaba 1000 ayıbı örten senin huzurunda, farkında olmadan bir hataya düştüğüm için mi beni huzurdan edecekmişsin… Buna gülerim…

Sevgili okurlar;


“İşte dünya olarak insanlığı hep bu yalanla kandırıp, sana karşı birer isyankar ve zalim yaptılar… Malum, nefreti yaymak, sevgiyi paylaşmaktan daha  kolaydır” diyor, bu yazıyı okuduktan sonra şu ana kadar inandığımız ne varsa onu sorgulamanızı ve cevabını bulduğunuz vakit, yorum olarak iletmenizi rica ediyorum.

Mona Lisa’yı kurtarmak