İnsanın bulunduğu şartlar acımasız ve kötü dahi olsa istemese de her şeye alışabilir…
Bir insanı sevebilmek, onu özünde kavrayabilmek demektir. İnsanı insan yapan da; varoluşun çetin koşullarında dahi onurlu insan olabilmektir. “Dünyadaki hiçbir güç, yaşadığın şeyi elinden alamaz.”
İnsanın anlam arayışı: İnsanı insan yapan nedir?
Yirminci yüzyılın önde gelen ve Varoluşçu terapinin temsilcilerinden olan, Avusturyalı Psikiyatrist Viktor E. Frankl’nin yazdığı bu başucu kitabı, hayatı gerçek anlamda sorgulama deneyimi sunuyor bizlere.
Dr. Frankl, ikinci dünya savaşı sırasında 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği Auschwitz, Nazi toplama kamplarında yaşadığı mücadeleyi, tanık olduklarını ve bu esnada hayatta kalabilmek için geliştirdiği Logoterapiyi, kitabında çarpıcı bir dille anlatmaktadır.
Gordon W. Allport’a göre bu kitap, insanın en derin sorunlarına odaklanan dramatik bir hazinedir. Dramatik olduğu kadar felsefi bir bakış açısı da barındırmaktadır.
30’un üzerinde dile çevrilip, en çok satanlar listesine girebilen kitap, bu denli yaşanmışlığı her an yaşanıyormuşçasına dokunaklı aktarırken, derin izleri de peşinden sürüklemektedir. Üstelik son derece mütevazı bir yapıda olan Dr. Frankl, kitabını tamamlamadan önce isimsiz olarak, yalnız kampta kendisine verilen numarayı kullanmak istiyordu. Fakat metin tamamlanınca, kitabın isimsiz değerinin anlaşılamayacağı düşüncesiyle, kendi ismini kullanmayı sonunda uygun bulur.
İlk Bölüm: Toplama Kampları
Nietzsche’nin şu sözü Frankl’nin dayanak noktası olmuştur. “Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir” Elbette “yaşamadan bir olayın”, “seneler süren bir acının” anlaşılması pek de kolay değildir. Kurban olarak seçilmiş bir ırk, düşman menzilinde acımasızca ayıklanırken kim bire bir yaşanılanları hissedebilir? Amansız bir mücadeleyi, ölümün sıcak duvarları ardında yaşayanlardan başka kim bilebilirdi? Bir toplama kampında ortalama yaşayanlar için gündelik hayatın nasıl bir şey olduğunu bile unuturken…
İnsanlığın gölgesinde bir umut ışığı arayanlar, umutları sönenler, gaz odaları ve krematoryumlarda (ölü yakma odaları) cansız bedenlerini kül olmaya bırakanlar ya da sevdiklerinin, ailelerinin günden güne eriyip yok olduğunu, açlıktan, soğuktan, hastalıktan kıvrandığını ve buna rağmen insan gücünden yararlanılmaya çalışıldığını görenler, tarihte yaşanmış en büyük katliamlara tanık olanlardı. Aralarında küçük çocukların da yer aldığı, büyük küçük demeden aynı muameleyi (zalimliği – kıyımı) yaşayan bir topluluğun kader birliğiydi. Oradakiler için ne olanları sindirebilmek kolaydı ne de yaşanılanları anlatabilmek…
İnsanın insana – insanlığa zulmü
İnsanın insana – insanlığa – zulmünün ve bütün bu olanlara karşı, dayanabilme gücüne sahip olanların hayatta kalabileceğinin kanıtıydı. Hala hayattayken Frankl’e göre insanın umutlanmak için bir nedeni vardı. Hayat son raddeye, son nefesini verinceye kadar sürmekteydi. Beni öldürmeyen şey, daha güçlü kılar, diyen Nietzsche’nin savını destekleyerek…
Varoluşun nedeni, insanın yaşama yüklediği anlam ve tüm bunlarla baş edebilme kabiliyeti, her bir bireyi diğerinden ayırt eden teklik durumu gibi sorumluluğunun bilincine varmak demekti. İnsanın bulunduğu şartlar acımasız ve kötü dahi olsa istemese de her şeye alışabilir; çareler bulabilecek güce sahip olup, umut ettiği sürece hayatta kalabilirdi. İnsan varoluşunun nedenini bilirse hemen her nasıl’a dayanabilirdi. Bütün bunları yaşayan ve oradan sağ çıkabilen biri olarak Frankl, hiçbir amacı olmayanların, kuru bir dalın kırılması gibi hayattan ne çabuk kopup gittiklerini görmüş ve bilhassa tutunamayanları gözlemleyip, hayatta kalabilmek ve ezilen, aşağılanan, şiddet gören tutuklulara yararlı olabilmek için neler yapılabileceği üzerine çareler aramıştır.
“Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.”
Kendi yaşam alanlarından koparılıp getirilen tutukluların – mahkumların, ne olduğunu anlayamadan kendilerini toplama kamplarında – bir hapishanede, buldukları andan itibaren gerçek bir mücadele başlamıştır.
Spinoza, Etika’da şu sözleri söyler: Acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar. Geleceğe yönelik inancını, tinsel (manevi) bağını yitiren insan, ruhsal ve fiziksel çöküşüne göre yaşamı ya bitkisel düzeyde sürdürebiliyor ya da hayatına son noktayı koyabiliyordu. Bir insanın ruhsal durumu, içerisinde cesaret ve umudu bulundurmuyorsa direnci üzerinde de ölümcül etkisi olabilirdi. Direncini ve inancını bir kez kaybeden mahkumlar, kolay kolay yaşam iradesini bir daha kazanamıyordu. Kampın ağır yaşam koşulları altında çalışmak, yiyecek bulabilmek, salgın hastalıklara yakalanmadan yaşamak, kapoların (ayrıcalıklı tutuklu) katı ve acımasız davranışlarından kendini koruyabilmek adına, sürekli olarak mücadele vermek zor ve kaçınılmazdı. Hiç kimse bir başkasını acıdan kurtaramaz ve onun yerine acı çekemezdi. Hayatta her birey, yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorundaydı. Auschwitz toplama kampları, insanın kendisiyle baş başa kalma ve zorluklara ne derece direnebildiğinin en büyük örneğiydi.
Tutuklular arasında bile güçlü güçsüz’ün bulunduğu, çalışamayacak kadar zayıf olanların kurban seçildiği ve nihai gidecekleri yerin gaz odaları olacağı acı bir gerçekti.
İki tür insan ırkı vardır Frankl’a göre: biri soylu insan, diğeri soysuz insan ırkı. Bu iki insan topluluğunun arasındaki tek fark, birinin diğerinden onurlu olmasıydı. Bir insanın toplama kamplarında bile nasıl onurlu davranacağını karşılaştırmalarla yansıtmaya çalışır Frankl kitabında; Gaz odalarını icat edenler de insandır, o odalara dua ve gururla yürüyenler de… Ekmeğini paylaşan gardiyanlar da insandır; aşağılama ya da şiddet ile yaklaşanlar da… Haysiyetli insan hiçbir koşulda onurundan vazgeçmeyecektir.
Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan, insanın olanca acıya katlanma yolları bulabilecek tinsel (ruhsal) bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. En ağır koşullar altında bile, insanın kendi kaderini tayin edebilme yetisi, acıyı kabul ediş yolu ile kendi davasını seçebilmesine, yaşamına daha derin bir anlam katmasına fırsat verir. Acılarla mücadelemizde insan oluruz ya da insanlığımızdan oluruz.
Toplama kamplarında insanın içinden geçtiği safhalar, ne kadar acı ve katlanılması zor olsa da diğer insanların ölümlerine olan duyarsızlaşmayı, intihara yol açan düşünme biçimini, insanın içsel ve kendi davranışlarını yönetme konusunda özgürlüğünü kaybettiği anda hayata karşı da anlamını yitirdiğiydi.
Frankl’a göre yaşamdan ne beklediğimizin bir önemi yoktu; asıl önemli olan, yaşamın bizden ne beklediğiydi. Dahası umutsuz insanlara da bunu öğretmemiz gerekiyordu. Her bireyin sorumluluğunda olan, üstüne düşen görevi, doğru eylem ve doğru yaşam biçiminden alması, sorunlara doğru çözümler bulması gerekirdi.
Yaşamın anlamını ve varoluşun temelini geçmişte değil, geleceğin ışığında aramak gerekiyordu. Bir gün tutsak edilenlerin evlerine dönme hayalini benimsemeleri de bunlardan biriydi.
İkinci Bölüm: Logoterapi
Frankl’ın öncülüğünde kurulmuş, yeni bir yaklaşımdır Logoterapi. Açılımı “Anlam kazandırma yoluyla terapi”dir. Psikoterapi’nin savunduğu “Terapi yoluyla anlam” düşüncesine tamamen ters düşer. Psikoterapide geçmişe yönelim varken logoterapide geleceğe dönük bir yönelim mevcuttur. Ayrıca Logoterapi “yeniden insanileştirici” ekol olarak da tanımlanır ve kişi suçluluk, eksiklik, acı ve sıkıntılarla yoğrulmuş olsa bile, kendi hayatıyla yüzleşmesinde yardımcı olunması gerekmektedir. Logoterapide en çok varoluş analizi kavramını kullanır. Bu kavramın insana yüklediği en büyük görev, sorumluluk bilincidir.
Logoterapi’nin asıl işlevi, insanın hayatına anlam kazandırabileceği amaç ve hedefler bulmasını sağlamaktır. Güçlü bir motivasyon değerine sahip olan Logoterapi, “Anlam istemi”yle, kendisini “anlam arayışı”na bırakır.
“Savunma mekanizmalarım uğruna yaşamak istemeyeceğim gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye de hazır değilim. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme yetisine sahiptir.”
Frankl, yaşamda anlam bulmanın ikinci yolunu; iyilik, doğruluk, güzellik gibi yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir, der.
“Beni kalbine mühürle, sevgi, ölüm kadar güçlüdür.”
Bir insanı sevebilmek, onu özünde kavrayabilmek demektir. Frankl’ın sevgiye kattığı anlamda. Özlemekse dünyada hiçbir şeyi kalmamış bir insanın, kısa bir an için dahi olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle mutlu olabilmesidir. Bu kamplarda Frankl, eşi ve ailesini kaybetmiş, bir daha onlardan haber alamamıştır. Ancak sevginin en derin anlamını keşfetmiş, sevdiklerini ruhunun varlığında ve iç benliğinde taşımıştır.
Anlam bulmanın üçüncü yolu ise acı çekmektir. Umutsuz bir durumla karşı karşıya geldiğimizde, değiştiremeyeceğimiz bir kadere rastlasak bile, yaşamda bir anlam bulabileceğimizi bilmeliyiz.
Son Bölüm: İyimserlik
İnsan varoluşunun trajik üçlüsü “acı, suçluluk ve ölüm” ile tanımlanan olgulara rağmen insanın, iyimser bir bakışı yansıtmasıdır. “Her şeye karşı yaşama Evet diyebilmek”, yaşamın her koşulda, hatta en kötü koşullar altında bile potansiyel olarak var olduğunu varsaymaktır. Optimist (iyimser) düşünce ile, kişiye değişme, kendini iyiye dönüştürme fırsatı kazanmasını sağlar. İnsanın olumsuz, negatif olana karşı geliştirdiği iyimser tavır zorluklarla daha kolay savaşabilmesine olanak tanır.
Umut, inanç ve sevgi ile her şeyin üstesinden gelmek mümkündür. İnsanın mutlu olmak için bile bir nedeni olmalıdır. Bu neden, insanı hayata bağlayan en büyük sebeptir.
Varoluşsal boşluk denilen, boşluk ve anlamsızlık duyguları, kişiyi depresyona, intihar ve saldırganlık gibi eğilimlere sürükleyebilir. Kişi, ruhsal dengesinin iyileşebilmesi için, hayatın anlamını bulmalı, zorluk ve acılardan pozitif bir bakış açısı çıkarabilmelidir. Kişi, özünde değerli olma ve yararlılık bilincinin farkına varmasıyla, hayata daha başka bir açıdan bakabilecektir.
İnsanı insan yapan da; varoluşun çetin koşullarında dahi, onurlu insan olabilmektir. “Dünyadaki hiçbir güç, yaşadığın şeyi elinden alamaz.”