Kölelik kurumunun yaygın olduğu dönemlerde köle sahiplerinin sorumluluğu kölelerin barınma ve yeme ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Günümüze baktığımızda maaş + yol + yemek + sgk karşılığında kölelik sistemini daha modernize, çağımıza göre revize edilmiş şekilde devam ettiğini görüyoruz.
Toplu taşıma araçlarının içerisine baktığımda sabahtan akşama kadar birilerinin binip birilerinin indiğine şahit oluyorum. Sürekli bir devinim ve sürekli bir kargaşa halinde zaman akıp gidiyor. Bu gürültü ve kargaşa içerisinde kulakları sağır edici bir sessizlik var. Bu sessizlik asık suratlı kayıp ruhların, köle ruhların yani bizim sessizliğimiz.
Toplu taşıma araçlarında hep insanları gözlemlerim. Yüzlerini iyi yıkamamış, belki de kahvaltı yapmaya vakit bulamamış, uykusuna yolda devam eden ya da pencereden dışarıya bakarken çok uzaklara dalıp giden sonsuz uykuda olan insan kalabalığını heyecan ile izler dururum.
Herkes bir hayat mücadelesi içerisinde, herkes ekmeğinin peşinde, büyük bir çoğunluğumuz da başkalarının kölesi olma koşuluyla kazanmak zorunda olduğumuz paranın peşinde. İşte bu durum bana her daim Charles Bukowski’nin şu sözlerini hatırlatır; “Hangi cehennemde, bir insan sabah 06:30′ da çalar saat ile uyanıp, kendini yataktan atıp, giyinip zorla bir şeyler yiyip, sıçıp, dişlerini fırçalayıp, saçını tarayıp ve trafikte boğuşarak bir başkası için bir sürü para kazandığı bir yere gidip bunlardan keyif alır ve hangi cehennemde insandan böyle bir şansı olduğu için şükretmesi beklenir.” İnsanları izlerken de bu sözler kafam da döner döner durur.
Ailelerimiz daha ilkokul sıralarından itibaren iyi bir okul kazanmamız gerektiği, kazanamazsak maaşı iyi olan bir sigortalı bir iş bulamayacağımızı bizlere empoze etmeye başlarlar. “Oku da adam ol, bir mesleğin olsun, aç ta açıkta kalma” derler. Daha adam olmanın ne anlama geldiğini bile kavrayamadan 25 yılımızı ders çalışmak ve adam olmayı öğrenme yolunda harcarız. Sonrasında nasıl olduğunu fark etmeden aslında yüzyıllardır süre gelen kölelik sisteminin içerisinde buluruz kendimizi.
Nazım Hikmet’in de dediği gibi; “Büyük hürriyetin ile çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle hürsün.”
Kölelik kurumunun yaygın olduğu dönmelerde köle sahiplerinin sorumluluğu kölelerin barınma ve yeme ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Bazı kölelerin sahiplerinin atlarını ve eşeklerini kullanabilme hakları vardı. Bazı sahiplerin daha insani tarafları varken, bazılarının şuan mobbing diye adlandırdığımız psikolojik şiddet ile korku kültürü yaratma ve daha fazla çalışmalarına sevk etme teknikleri de vardı. Günümüze baktığımızda maaş + yol + yemek + sgk karşılığında kölelik sistemini daha modernize, çağımıza göre revize edilmiş şekilde devam ettiğini görüyoruz.
Bu sistem istediğimiz zaman istediğimiz yere çekip gidebilmemize izin vermek yerine; yaz ve kış olmak üzere iki kez birer hafta dinlenme hakkımız olabileceğinden, ne kadar sakal bırakıp nasıl giyinmemiz gerektiğine kadar bize yaptırımlarını uyguluyor.
Haftanın altı günü şanslı isek beş günü başkalarını zengin etmek için çalışıp hiç inisiyatif kullanmadan ne şekilde davranmamız gerektiğine kadar her şeyin belirlendiği bir nevi hapishanenin içerisinde yaşıyoruz. Bu şirketler her şeyi bizim yerimize her şeyi düşünüyorlar ve başka bir kölelik aracı olan teknolojiyi de ayaklarımızın altına sermiş durumdalar.
Ayrıca iş yaşamımızda bu doğrultuda ilerleyen sistem; sosyal ve özel hayatımızda da peşimizi bırakmıyor. Ne kadar porsiyon yememiz gerektiğini bizim için hazırlayan fast food zincirleri, içeceğimiz çayın kahvenin boyutunu belirleyen kafeler, ne kadarlık bir alanda nasıl bir alışveriş yapmamız gerektiği konusunda bizleri yönlendiren alışveriş merkezleri de kölelik hayatımızı rahat bir biçimde yaşayabilmemiz için bize destek oluyor. Düşünmeye, analiz etmeye, sorgulamaya ihtiyacımız olmadan yaşamımızı sürdürüyoruz.
Diğer bir taraftan, sonsuza kadar ödenemeyeceği garanti edilmiş borçlar altında, toplumumuz daha fazla tüketmeye teşvik edilerek, daha da borç batağına saplanmış bir şekilde köleliğimizi yaşıyoruz. İş gücümüzü, yeteneklerimizi, ruhumuzu bankaların bize koymuş olduğu belirli bir para limiti içeren plastik kartlarına satıyoruz. İş hayatında patronlara, sosyal hayatta tüketime ve bunların aslında en tepesinde olan bankalara ve paraya köle oluyoruz.
“Son model arabam olsun, evim olsun, yazlığım kışlığım, akıllı telefonum, havalı giysilerim olsun” dedikçe kendi nefsimizin de kölesi olmaya, nefsimizin kölesi oldukça da sistemin kölesi olmaya devam edeceğiz. Bu kölelik sistemi farklı tarzlara büründürülmüş şekillerde her daim ileri yüzyıllarda da önümüze sunulacaktır. Bize düşen ise kendimizi güçlü kılacak kişisel donanımlarımızı arttırmak ve başkalarını zengin etmek yerine kendimize yatırım yapmaktır.
Bu süreç sancılıdır. Sistemin dışına çıkmak hem ruhsal aynı zamanda maddi anlamda da dibe vurmak demektir. Fakat unutulmamalıdır ki; en büyük yükselişler en dibe vurduktan sonra gerçekleşir. Tevekkül içerisinde kölelik sistemine direnmek, uzun vadede aydınlanmayı ve özgürleşmeyi getirecektir. Her birimizin kendi içerisindeki bu özgürlük yolculuğu da gün gelecek toplum olarak özgürleşmemize olanak sağlayacaktır.