Gençlerimiz, umutlular mı? Sayısız üniversitemiz var artık, başını sokacak bina bulan üniversite açıyor. Neredeyse isteyen her genç uzmanlaşabiliyor. Mutlu mu herkes? Gençlerimizin kaçı bu ülkede doğmuş olmaktan minnettar?
Yağmurlu bir sabahtı, bilenler bilir, pek çok yerde olduğu gibi İstanbul’da da yağmur manzaraları çok güzeldir. “Güneşini mi daha çok seviyorum İstanbul, yoksa yağmurunu mu? Hangisi sana daha çok yakışıyor?” diye düşünerek iş yerime doğru gidiyordum…
Deniz kokusuyla toprak kokusunun karıştığı sahil yollarının birinde şiir yazasım geldi. Yazamadım. Sırt çantalı gençleri gördüm, ellerinde cetveller, kimisinin diğer elinde başka bir el, kimisinin kucağında kitaplar koşar adım ilerliyorlardı. Bambaşka yerlere gitti aklım. Ben de trafiği avantaja çevirerek, bu yazıyı sizinle paylaşmaya karar verdim…
Eğitimdeki ortam
Gençlerimiz, umutlular mı? Sayısız üniversitemiz var artık, başını sokacak bina bulan üniversite açıyor. Neredeyse isteyen her genç uzmanlaşabiliyor.
Mutlu mu herkes? Asgari ücretin brüt düzeyi arttı, sağlık imkanları. Gençlerimizin kaçı bu ülkede doğmuş olmaktan minnettar? Ben çoğunluğun böyle olmadığını düşünüyorum.
Mesleğim itibariyle sürekli gençler ile beraberim. Gözlerindeki parlaklık umutlarından gelmiyor, taze ve yıpranmamış olduklarından parlıyor gözleri. Eskiden bir genç üniversiteyi bitirdiği zaman iyi kötü belirli bir yerde işe başlayacağına, belirli bir statüsü olacağına, kariyerinde biraz ilerlediğinde ekonomik gelirinin artacağına inanabiliyordu.
Şimdi ise üniversite sadece bir basamak olmaya başladı sayelerinde. O kadar çok üniversite açıldı ki. Sadece İstanbul’da, 20 dakikalık bir otobüs yolculuğunuzda, rotanız ne olursa olsun, sağdan sola soldan sağa 4 üniversite sayabiliyorsunuz.
Böyle bir ortamda eğitimin niteliğinin düşmemesi mümkün müdür?
Zaten liselerimiz, ilkokullarımız içler acısı. Dört yıllık bir alan eğitimi ile mezun olmuş öğretmenlerin eline el kadar çocuklarımızı veriyoruz. Zihinsel ve ruhsal gelişiminin en hızlı olduğu yaşlarda, entelektüel birikiminin, kişisel bütünlüğünün, mental kabiliyetlerinin ne düzeyde olduğunu kestiremediğimiz tecrübesiz öğretmenlerin elinde 14 – 15 yaşlarına kadar bir şekilde gelen çocukları ayrı bir telaş sarıyor; üniversite telaşı!
Hiç bir çocuğumuz anlatılanı öğrenme derdinde değil ki anlatılanları kullanarak üniversiteye yerleşme derdinde. Keza üniversitede de anlatılanları kullanarak işe yerleşme derdinde. Üniversite sayısının artmasıyla beraber zaten kızışık olan lise eğitiminden çıkan öğrencilerimizi bir de tercih zorluğu içerisine sokmaya başladı. Öğretmenlerimiz anlatılanları ‘üniversite sınavına kadar’ aklında tutmak için onları dinleyen öğrencilerinin, yıldan yıla hiç bir şey bilmeden mezun olmasını seyrederken bu hedefini gerçekleştirerek üniversiteye gelen öğrencilerimizde akademisyenlerinin gözü önünde hiç bir şey bilmeden mezun olmaktalar.
Çünkü eğitim ve öğretim sadece bir bilgi transferi süreci değildir. Hayatı öğrenme, anlamlandırma, kendini bulma, amaçlarını belirleme, gelişme sürecidir.
İlkokuldan itibaren çocukları yarış atı gibi koşturan bu sistem içerisinde öğrencilerimiz maalesef kendini de bulamıyor. Örgün öğrenimin sosyalleşmeye dair sunabileceği hiç bir imkandan faydalanamıyor.
Okul dediğinizin bir bahçesi olur, oyun alanı olur, el işi sahası olur bu temel liseler nedir?
Zaten son 5 yılda açılan üniversitelerin de bir bölümü temel üniversite! Öğrencileri hayata hazırlayan bir tek okulumuz kalmamış neredeyse. Çünkü hepsi sınava hazırlıyor. Tabi bir de aile meselesi var. Türk toplumu olarak bireyci değiliz ama biraz bireyselci olsak fena olmazdı. Aile mensupları hep, ne yaparsa kendisi için değil ailesi için yapar bizim ülkemizde.
Baba canını dişine takar, anne saçını süpürge eder ama bunları kendisi için yapmaz, ailesi için yapar. Kişinin kendini yitirdiği, “Ben”i yitirdiği bir süreçtir. O artık o ailenin adamıdır. Dolayısıyla gençler de bu kültürün içerisinden çıkarken hep bir başkası için neler sunabileceğinin hayaliyle tercihlerini yapmakta.
Bu sebeple kendileriyle alakasız bölümler okumakta, bunu da okuyamamakta eğitim hayatı bittiğinde bilimsel bilgiye dair yazabileceklerinin toplamı ilkokuldakinden en fazla 40 – 50 sayfa fazla. Üniversite sayısının artması ayrıca liseleşme sistemimizdeki meslek temelli eğitim zayıflığını bir kat daha arttırarak; aynı meslekle ilgili öğrencilere lisans diploması alma ‘dezavantajı’nı verdi. Bunun bir nihayeti olarak –bence – en korkunç senaryo hayata geçti; öğretmenlik ve akademisyenlik bir gönül işi olmaktan çıktı ve bir meslek haline geldi.
Bu sebeple de eğitime yüreğini koyan hocalarımızın sayısı, eğitimi para kazanmanın bir nevi olarak gören hocalarımızın sayısı ile yer değiştirdi.
En sonunda da bugün eğitim; “benden çıksın da ne olursa olsun”a dönmüş durumda. Zaten alan, meslek, yetenek bazlı bir milli eğitim sistemi yoktu bir de çatısı olan bir binada 10 tane doktora mezununu toplayarak devlet ya da vakıf üniversitesi açılınca gençlerimizin köprüden önceki son çıkışı da sisteme yenik düşmüş oldu.
Değerli okuyucular, ülkemizin teknolojik gelişimi, Ar-Ge’ye verdiği önemin görece artması, öğrencilerin bazı imkanları elbette artmıştır. Ancak şunu hatırlayınız, bu ülkeye en büyük hizmeti yapmış mühendislerimizin, doktorlarımızın, öğretmenlerimizin, bilim insanlarımızın yetiştiği Cumhuriyet’in ilk yıllarında okullarda çekilen fotoğraflar vardır; Şapkasını takmış, kravatını – biyesini giymiş modern ve şık öğretmenler ama zemin toprak!
Eğitimin niteliği bina ile ölçülmez, tıpkı demokrasinin niteliğinin bina ile ölçülemeyeceği gibi.
Önce eğitmenlerimizin hayali olacak, o hayaller yetiştirdiği çocuğun başarısından da geçecek, niteliği, entelektüel birikimi olacak, sonra Van’da, Kars’ta, Adana’da, Edirne’de okuyan her genç dünyanın en büyük koşucusu olacağım, en büyük kimyageri olacağım, en büyük hukukçusu olacağım, en büyük ekonomisti olacağım diyebilecek. İşte o zaman gerçek bir demokrasiden ve eğitimden söz edebileceğiz. Şimdilik, hal-i pürmelalimiz’e yağmur damlayan araba camından tebessümle bakarak, onlar için umutlanmaya çalışarak yetinebiliyorum. Ya siz?