Hayat ve barındırdığı gaflet içerisindeki mahlukatlar; ruhumu ele geçirmeye, sahte maskeler takıp aralarına karışmama, hüviyetimi kirletip kaybettirmeye yelteniyorlar sevgili…
Şiir yazıp gönül bağı kuran, müzik yapan ruha gıda olan, seven ve sevişen, gayeleri yalnız dünyada güzel bir şey yapma maksadı olan naif insanlar; sonbahar yaprakları gibi bir bir dökülürken ve gönlümüzden olmasa da bu dünyada artık cirit atmayacakken insan artık kalan sağlardan kaçıyor.
Dünyayı güzelleştirip değiştirmek isteyecek kadar çılgın ütopyalara sahip olan ben deniz; artık dünyanın beni değiştirmemesi için debeleniyorum. Öyle çirkinliklere tanık oluyor, öyle sefillikler seziyorum ki insan ruhunda, bu insan görünümündekilerin dimağlarından ve taş kesmiş kalplerinden artık utanıyorum. Gönüllerine yapışıp: ‘sevin ulan artık sevin, incitmeyin, bundan sonra’ diyecek kadar biçare bir halin içine düşüyorum.
Fakat kısa bir anlığına bu sefer ben gaflete düşüyorum. Çünkü ruhumu fetheden sendin. Bana ışığı gösteren ve ışığa dokunup hücrelerimde bile varlığını hissettiğim sendin. Ruhum gizdi saklı bahçende, onu buldum sayende. Bir gizdi virane nefsin yanında, mütebessiminle zincirleri kırmaya sen vesile oldun. Huma kuşunun ötüşü gibiydi ağzından çıkan her kelam. Makamlardan en üst makamdı. Yüzün yazılamayacak bir şiirdi, gönlüme yazdı. Zincirlerimi kıran dir ve şuh sesin gönlümü sana meylettirdi.
Hatırlıyorum da ilk Sultan Ahmet’in dışında seni arıyordum. Daha doğrusu Tanrı inayetini bulmaya, düşen meleğin kanatlarına sığınmaya geliyordum. İlk defa göreceğim Dilrubayı, gözlerimden önce gönlüm arıyordu. Hayata koşuyordum ben sana koşarken. Etrafımda dört dönüyor, zihnim ve yüreğim küt küt atıyor seni arıyordu.
Öyle bir hazine bulacaktım ki bir kaç dakika içerisinde; en değerli murassa nakkaşının ağzını kulaklarına getirecek cinstendi. Tam gördüğüm vakit seni anladım bana tecelli edeceğini. Sen zatıma hürmeten selam verip vakur biçimde elma turtalı masaya gittin. Hemen ardından beyaz güvercinler sana doğru uçuyordu da haberin yoktu.
Özgürlük yoluydu benim yürüdüğüm, kuşların sana uçtuğu bu yol. Kuşlar uçuyordu kanatları sana çırpıyordu ve hayat hiç de kısa değildi, sana uzanıyordu. Sana yürüdüğüm bu yol yanında bitip boynundan tekrardan başlayacaktı. Attığım her adım Tanrı kapısına, ebediye atılan bir adımdı.
Gördüğümde seni, ancak sükunetimle tarif edebileceğim bir haleti ruhaniyetin içerisine girmiştim. Bazen böyle kelimeler dizmenin pek bir manası yoktur bir meftun için. Misal bir kutu hayal et seni simgeleyen; dizdiğim her kelam bu kutuyu eşsiz mücevherlerle bezesin ve görenler şaş ve lal olsun. Ama ya kutunun içerisi? Hangi şairin kelamı yeterli, hangi nakkaş hünerli ki bu gizin manasında? İşte ancak sükut içinde bir meftunun içindeki cevher anlatabilir o gizi sevgiliye. Ve demiştim ki gönlüne, bakarak gözlerinden içeri;’ hangi adam yüreğini çıplak elleriyle çıkarıp sunmadan, bu kadına öylece iki dudak arasından bir seni seviyorumla sahiplenebilirdi ki?’ Bunu yapamazdım, ancak bilirsin; ben önce ruhumu adadım ruhuna, sana mütemadiyen karışıp kıble edinsin diye. Sonra zihnimi tüm kirli düşüncelerden arındırarak sana bahşettim, sadece seni düşleyebilsin diye. Nefsime karşı gelerek tüm iptidai zevkleri dimağımdan sürgün ettim. Nefsime ruhunla düğüm attım, sadece ışığını arzulasın diye. Karanlığa karşı gelecektim ki beni mağlup edip ışığını söndürmesin diye. Şah damarıma ikinci bir yuva açtım ben Yaradanla bütünleşe bilesin ve bana şah damarımdan bile yakın olasın diye. Bütün günahlarını boynumun borcu değil de, kendime sevap bilirim. Sana mütemadiyen safa sunmayı isterim.
İşte bazen öyle bahtiyar oluyorum ki sevgilim, tüm insanları yüreğimde barındıracak ve onlara şifa olacak kadar sevgi barındırdığımı hissediyorum. Bazen de hayat öyle riyakar davranıyor, ben ona öylesine küsüyorum ki; görsem böyle ağzını burnunu kıracak gibi hissediyorum. Ama sen bu bedbaht anlarımın sessizliği içerisinde çarpan sol göğsümün harmonisinde, düşünen dimağımın kıvılcımında, sana nazar etmiş naçizane gözlerimin ve görmüş olduğu kuşların, tebessüm ettiğin rengarenk kır çiçeklerinin ve dokunduğun saf gönüllerin arasından çıka gelmiştin.
Ve Sabahattin Ali karakterlerinden, Nazım’ın şiirlerinden, Kays’ın meczupluğunun aksine teşbih edilemeyecek olan ‘biz’den; senin payidar tebessümün bana Tanrının vahyi gibi iniyor. Dünyada bana senin kadar güzel tebessüm eden birinin olmadığını peyderpey hatırlatıyorsun.
Ve ben bedbaht anlarımın karanlığı içinde sana yükselirken daha önce gaflete düştüğüm için; Yaradana şirk koşmuş kadar büyük bir günahı omuzlarımda hissediyordum. Sonra tövbeye varıyorum bittabi ve alnımdan önce kalbim secdeye varıyor. Sesin sesin bir ilahi melodi olarak; kulağıma Sultan Ahmet’te ezan Akdamar’da bir çan sesi gibi değiyor. Göğün maviliğini üstüne giyiyorsun. Yüzünde ay, gözünde ben, gönlünde güneş ben sana bakıyorum. Bir tek ben sana bakabiliyorum. Baktığım bir tür nirvana, gördüğümse bir tür mavera. Bir su damlasının okyanusa kavuşup karıştığı gibi dağılıyorum hudutsuz sana. Artık arada ikilik kalmadığını anlıyorum ve mütemadiyen sürecek sulhu ilan ediyorum hayata…