Aristoteles’in metafizik kitabının girişinde belirttiği gibi: “Bütün insanlar, doğaları gereği bilmek isterler.” Çünkü insan yalnızca yaşamayı, hayatta olmayı istemez, yaşamının nedenini ve değerini de bilmek, kavramak ister.
Bilmek istencinin önemsizleştirilmesi
İnsan yaşamının bir anlamı, ereği olması gerektiğini düşünür ve bunu belirlemek ister. Ancak bu isteme günümüz toplumunda insanların derin bir arzusu olarak kalmaktan öteye ne yazık ki geçemedi.
Nedeni insanların buna ayıracak vakitlerinin olmayışı ya da isteyecek daha hayati şeyler olduğu şeklinde savunulsa da, insan bilinçsiz bir biçimde doğasını reddeden bir noktaya geldi veya getirildi.
Öncelikle doğamızı unuttuk daha sonra bilmenin önemini, merak duygumuzu nasıl tatmin edeceğimizi ve son olarak gerçekte neyi istememiz gerektiğini unuttuk, peki insan olarak kalmayı başarabildik mi?
Fikirsel özgünlüğün aykırılık olarak algılanması, bilmeye yönelten istenç duygusunun kitlesel veya toplumsal baskı altında ezilip yok olmasına neden oldu. Bireysel bilincimizin açık ve serbest olduğunu sandığımız anlarda bile toplumsal bilincin tahakkümü altındaydık. Bilinçsiz bir şekilde aşırı bilinçli, entelektüel belki pek fazla felsefik değil ama psikolojik olarak sağlıklı olduğumuza inandık, inandırıldık. Bu ne yazık ki denizin ortasında kalan yüzme bilmeyen bir grup insanın birbirini kurtarmaya çalışması gibi.
Büyük sorun şu ki bilgi edinmek için deneyimlemek bile istemeyen bir haldeyiz bu yüzden toplumsal bir umursamazlık içinde yüzüyoruz, bu insan olmanın sadece canlılık vasıflarını taşımaktan ibaret olması gibi bir durum.
Psikolojinin kurucularından Alman filozof ve psikolog Wilhelm Wundt insanların düşünme yetilerinin önemine şu meşhur sözü ile yanıt vermiştir; “İnsan düşünen bir hayvandır”. Peki ya düşünme yetisini kullanmazsak geriye bizden bir şey kalır mı veya kalırsa da biz olduğumuzun farkında olur muyuz?
Bilmeyi istemek?
Biraz Freudcu bir bakış açısıyla istem duygumuza bakacak olursak zaten tercihlerimizi bilinçaltındaki cinsel dürtü ve tutkular yönetir. Peki, “bilmeyi istemek?” İnsanlar karşılarındaki kişiyi daha çok etkileyebilmek için bilmek ister diyebiliriz, çünkü entelektüel orgazm kişiyi farkında olmadan esir alır ve karşınızdaki kişinin bilgisine aşık olursunuz yani beynine. Freud için insan doğası arzu ve içgüdülerin tatmin edilme hırsıdır aynı zamanda.
Freud’un bakış açısında insan hiç bir şekilde doğası dışına çıkmamış aksine doğası gereği davranıyordur. Bakış açısı olarak Freud’dan uzaklaştığımız zaman, günümüz de insanlar doğalarından geldiğini düşündükleri birçok hırsı çok fazla şekilde önemsediğini görüyoruz çalışma ve mülk edinme hırsı gibi. Çalışma hırsı dediğimiz şey, ayni sorularla dolu bir iş başvuru formunun, her seferinde kadar farklı cevap verilirse verilsin, ayni sorularla rutin bir tekrar halinde biz sizi arayacağız denmesi ile sonuçlanıyor.
Çünkü herkes tek bir başvuru formu varmış gibi davranıyor, kimse de bir işe gerçekten ihtiyaç duyup duymadığımızı sorgulamıyor. İnsanın doğası sadece çalışma veya kazanma hırsı dolu gibi sunuluyor, ancak bu doğamızı nedense reddetmiyoruz. Diğer yandan artık yerimize bilecek, düşünecek insanlar olmasını ister haldeyiz yerimize düşünüp neyin, neden ve nasıl olduğunu bir başkasının karar vermesini istiyoruz. Doğamızda olmayan şeyleri doğamız daymış gibi kabullenmek öyle olmasına inanmak daha kolay geliyor.
“Çok yavaş yürüyenler her zaman doğru yolu izliyorlarsa koşanlardan ve doğru yoldan uzaklaşanlardan daha çok ilerleyebilirler.”
İnsan neden bilmek istemez?
İnsanın doğası dışarıdan müdahaleye açık bir konumdadır. Bilme istenci her insanlarda belirli oranlarda ortaya çıktığı zamanlarda, bu istenç ilerleyen yaşlarda daha artacaktır ve bu durumun tatmin edilememesi halinde tepkisel sorgulamalara neden olur.
Bu da toplum tarafından kabul edilebilecek bir durum olarak görülemez ve bastırılması gerekliliği doğar. “İnsanın başına ne gelirse meraktan gelir” gibi deyimler bilmenin aslında çokta yararlı bir eylem olmadığını toplumsal bilinçaltına işlemişken, insanların davranışlarında bile bilginin önemi kaybolur. Çünkü artık insanlar, söyledikleri şeylerin tersini yapıp, yaptıkları şeylerin tam tersini söyler bir konuma gelmiştir. Bu da toplumsal uyumsuzluğu berberinde getiren bir süreç izler, artık toplumlar neden bir toplum olarak var olduklarının bile farkında olmaksızın dogmatik bir kabuk oluşturmuştur.
Bu kabuğun içerisindeki insanların bilme istençlerinin yerine, parlatılarak sunulan yeni hırssal istençler ortaya konulur. Bu noktada insan, istencini bilinçli bir şekilde yönetemez ve kabuğun içerisinde bulunduğu sürece de yönetemeyecektir. Çünkü size, bir şeyin yapılmamasının gerektiği söylenen toplumda, o şeyi yapmayı istemek toplumla karşı karşıya gelmek demektir ve bu da göze alınacak bir durum olarak ortaya çıkmaz.
“Gerçekten bugün olduğu gibi ilk düşünürleri de felsefi kurgulara iten şey, merak olmuştur. Onların başlangıçta merakı, zihnin ilk önce dikkatini çeken güçlüklere yönelmişti. Sonra onlar yavaş yavaş ilerleyerek araştırmalarını ayın değişimleri, güneşin ve yıldızların hareketleri, nihayet evrenin meydana gelişi gibi daha önemli sorunlara yöneltip genişlettiler. Şimdi, bir güçlüğü fark etmek ve merak etmek, insanın kendi bilgisizliğini kabul etmesi demektir.”
Toplumsal kabuğu kırmak mümkün mü?
Her kabuğun belirli bir dayanma noktası vardır, o noktadan itibaren çatlama ve dağılma eğilimi göstermeye başlar. Toplumsal kabuklar ne kadar zor olsa da belirli bir süreçten sora dağılma eğilimi göstermek zorundadır. Toplumun bilme istenci, diğer istençlerinin önüne geçerek, toplumsal sorgulamalara yeni fikir ve akımlarla olanak sağlar ve toplumda yayılan bu durum toplumsal kabuğun kırılmasına neden olur.
Ancak bu dağılıp kırılmayı, kabuğun bir mağlubiyeti olarak ele almak çok büyük bir hata olur. Çünkü kırılan her kabuk aslında kendini yenilemek için böyle bir duruma maruz kalır. Belirli süreç sonra, kabuğu kırmanın sarhoşluğundaki toplumlar bilme istençlerini özgürce kullanırlar ancak yeni bir kabuk oluşturacaklarının farkında olmaksızın bunu gerçekleştirirler.
Bu kaçınılmaz bir döngüdür, toplumu kelebek olma umudu ile kandırılmış bir tırtıl olarak ele alırsak, bu tırtıl her defasında kendisine içinden çıkılması gereken bir koza örer, bilinçsiz yapılan bu eylemden kelebek olarak çıkma hayalinin arzusu onu bilinçsizce koza örmeye iter.
Kaynak: Aristoteles/Metafizik – Descartes/Yöntem Üzerine Konuşmalar