Canım insan, asi yanım, sivri dilim. Daha dünyaya gelmeden önce başlamış varoluş kavgan. Senden önce var olan birileri başlamış hakkında dedikodulara: “Kız mı olacak, erkek mi?” “Aman canım, sağlıklı olsun da ne olursa olsun; ama önce, hayırlısı olsun!” “Peki, adı ne olacak?” “En çok anneye mi benzeyecek, babayı mı?” “Peki, hangisini daha çok sevecek?”
Sen daha dünyaya gelmeden başlamış çilen…
Hadi bir şekilde geldin dünyaya, isminin ne olacağına bile başkaları karar vermiş. Annen, baban, akraban… Bir başkası işte! Gönüllerinden sana hangi isimle seslenmek geçiyorsa. Bazen bunda da karar verememişler; iki isim takmışlar hatta. Daha dünyaya geldiğin gün cinsiyetin ve adınla iki etiketin olmuş!
Kızsan pembe giysilerin olmuş, erkeksen mavi… Ya da annen baban hayal kırıklığına uğramak istemedilerse sen doğduktan sonra, olur ya, erkek beklerler de kız olursun maazallah, renkler daha esnek olmuş: sarı gibi, yeşil gibi… Çünkü daha doğduğu günden bir rengi olmalıymış insanın… Olur’u buymuş. Bu renk her ne ise de bir başkası karar vermiş yine. Annen, baban, akraban… Bir başkası işte! Böylece bir de renk eklenmiş etiketlere.
Önce anlamamış gibi yapsan da sevmişsin bu etiketleri; kabul etmişsin. Böylece kabul edilmek hoşuna gitmiş. Bakmışsın işin oluru bu; etiketleri kabul etmekle kalmayıp sahiplenmişsin de üstelik.
Bebek demişler sana; çocuk demişler; öğrenci, ergen, genç kız, delikanlı, kadın, adam… Üstelik bu etiketlerin her birinde kriterleri de varmış başkalarının ve bir de niteliği varmış her bir kriterin: mesela okula gidiyorsan öğrencisindir, notların yüksekse iyi öğrencisindir, düşükse vay haline! Büyümüşsün, meslek/iş-güç sahibi(!) olmuşsun. Önce sana bir isim veren başkaları, sonra bu isimle seslenmekle -her nedense- yetinmemişler: hanım demişler, bey demişler…
Ne kadar çok etiket oldu, üstelik önüne hiç düşünmeden getirilen sıfatlarla birlikte. Sen de sayabildin mi? Belki çok daha fazlası…
Başta hiç anlamamışsın, ama sevmiş ya da kabul edilmemekten korkmuş olacaksın ki almışsın bu etiketlerin her birini üzerine, yanına, sırtına. Ve düşünmemişsin her birini günün birinde seni bu kadar çok(!) düşünen, senin yerine bir şeylere karar verebilen başkalarından kendini korumak adına etrafına duvarlar örmek için kullanırken aslında neyi amaçladığını. Etiketler gelmiş; sen her birini alıp duvarını örmek için kullanmışsın. O etiketlere yüklenen sıfatlar duvarlarını daha da güçlendirmiş üstelik. Bir okuldan mezun olmuşsun, mezun olmak duvar için ne kadar iyi bir malzemeyse “iyi dereceyle” mezun olmak sıfatı da o kadar güçlendirmiş duvarını; ya da “çok zor” mezun olduysan gardını almalıymışsın başkalarına karşı, yine iyi bir güçlendirici olmuş bu duvarların için.
Büyüdükçe daha çok etiketin olmuş; duvarların da büyümüş. Duvarların ne zaman etrafını sarar hale gelmiş, o zaman demişsin “artık bana hiç kimse karışamaz!” Özgürlük bayraklarını dikmişsin. Her istediğini istediği şekilde yapan, sınırlarından içeri hiç kimseyi almayan, “Burası benim alanım! Burada benim kurallarım geçer, anlıyor musunuz? Benim!” diyen biri oluvermişsin… Kah ağlayan, ama yine çok güçlü olmanın verdiği yalnızlıktan; kah gülen özgürlük kahkahalarıyla…
Sen ne kadar yalnız olduğunu, tek başına ayaklarının üzerinde durduğunu düşünsen de pek yalnız değilmişsin aslında…
Çevrendeki herkesin de böyle duvarları olduğunu fark edememişsin. Herkes birbiriyle duvarlarının ardından konuşuyormuş üstelik. Biri o duvardan seslenir olmuş “doğru olan budur, yanlış olan şu” diye, diğeri de kendi duvarından… Duvarların ardından sesini duyurmak oldukça güçmüş. Bunca kalabalık, bu gürültü de bundanmış meğer. Bu koca gürültünün tek sebebinin karşı duvarla tam olarak aynı şeyi yapmaktan olduğunu görememişsin, hırsından daha da güçlenmişsin…
Duvarlar sadece senin sanmışsın
Sınırlar çizmişsin kendine; ama göremediklerin bununla sınırlı kalmamış olacak ki sadece duvarlarının içinde gönlünce dans ediyor olmanın aslında tam olarak özgür hissettirmediğini de görememişsin. Canın sıkılmış, “Herkesin benimle derdi ne?” derken şöyle bir dışarı bakıvermişsin duvarlarından; dışarısı da pek keyifliymiş üstelik. Sen o keyfi tatmışsın. Yalnız ne zaman sana duvarlarıyla yaklaşan biri olsa, korkmuş; yeniden duvarlarının içine kaçmışsın. “Ya duvarlarıma bir zarar gelirse, ne yaparım?
Ne emekler verdim özgürlüğüm için, yıktırır mıyım öyle kolay?” derken bile özgürlüğünün bir başkasının sana atacağı bir adım kadarla sınırlı olduğunu görememişsin. Sıkılmışsın, bunalmışsın ama belli etmemişsin. Çünkü belli edersen o duvarlar yıkılır, alanına girerlerse ne yaparsın? Ve en garibi, o duvarlar sadece senin sanmışsın. Evet, kendi ellerinle örmüş olabilirsin, ama başkaları tarafından sana yüklenen etiketlerle savaşayım derken, duvarlarını oluşturan asıl malzemenin yine o etiketler olduğunu görmemişsin. Kim bilir, belki de görmek istememişsin…
“Duvarlarının içindeyken yaptığın şey her ne ise, onu dışında da yapamıyorsan aslında özgür değilsin, çünkü o duvarın sınırlarına bağlısın” desem hayal kırıklığına uğratmış olur muyum seni?
“Belki de koruyacak ve korunacak hiç bir şey yoktur şu hayatta,” desem değişir mi bakış açın? Kendini korumak istemeni anlıyorum. Ya seni başkalarından koruyan zaten kendinse?
Bunca zamandır üzerine yük olan başkalarının seninle olan dertleri değil de duvarlarının ta kendisiyse?
“Kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum,” diyorsun ya duvarlarının içindeyken, koşma potansiyelini hatırlatmak istedim bir an. Bir gün koşmak istediğinde o duvarlara ilk çarpacak kişi de sen olacaksın. Canın yanar, kıyamam.
Diyorum ki, kaldıralım şu duvarları aradan. Yanmasın artık canımız kendimizi ifade etmek için duvarlarımıza çarpmaktan. Sessizce konuşalım anlaşabilmek için, yormayalım kendimizi, birbirimizi. Sınırları kaldıralım da gardımızı almadan yaklaşalım birbirimize. Alan verelim birbirimize akabilmek için. Ardımızda duvarlar bırakmadan dilediğimiz gibi koşalım; özgürleşelim…
Severim seni. Sen de sevsene, hadi!
**