Bir kadın size derdini anlatıyorsa çözüm beklediği için değildir. Sadece dinlemenizi ve onu koşulsuz tasdiklemenizi istiyordur.
Korkunç bir aşk hikayesi
“İnsanlara hiç güvenim kalmadı” dedi Özge gözyaşlarını silerken. Yaklaşık yarım saattir ağlıyordu ve ağlarken V for Vandetta filminde saçı zorla kazınan Natalie Portman kadar tatlıydı.
“İnsanlara neden güveneceksin ki? Sırtlanlara, tilkilere, komodo ejderlerine güveniyor musun? Hayır. Neticede homo sapiens dediğin de vahşi bir hayvan. Doğada ayakta kalabilmek için bin türlü yalan söylüyor. Lütfen üzülme…” dedim. Özge’den gerçekten hoşlanmasam bu kadar teferruatlı cümleler kurmazdım.
“Peki neye güveneceğiz o zaman Murat, lütfen söyle, güvensiz nasıl yaşanır?” dedi Özge sesini titreterek. The Green Mile filminde idama götürülen John Coffey kadar masum görünüyordu.
“Sadece kendine güveneceksin.”
“Bu mümkün değil.”
“Denemek zorundasın.”
Bir kadın size derdini anlatıyorsa çözüm beklediği için değildir. Sadece dinlemenizi ve onu koşulsuz tasdiklemenizi istiyordur. Acemi erkekler bunu bilmez ve haşin bir tavırla sorunları çözmeye odaklanır. Kadınını zamansız susturarak, lafı onun ağzına tıkarak kahraman olduğunu zanneder. Deneyimli erkekler ise sadece dinler.
“Bunu bana nasıl yapar, anlamıyorum. Halbuki beklentilerimi, arzularımı, hayallerimi ona açıkça söylemiştim. İnanır mısın Murat, hala aynaya bakınca nutkum tutuluyor. Beni bu hale nasıl getirebildi?” dedi Özge. Son hecesini tonlarken, Fight Club filmindeki Marla Singer kadar hüzünlü ama aynı oranda çekiciydi.
“Bir daha oraya gidecek misin?”
“Elbette hayır ama kolay olmayacak. Alışmıştım…”
“Yeni kuaförüne de alışacaksın.”
Özge’nin ruju olup dudaklarında erimek, rimeli olup kirpiklerinde hapsolmak istiyordum. Yahut bağrındaki minik sarı tüyler olmak ve rüzgarın her esişini ayakta karşılamak. Aslını sorarsanız, Özge’nin on iki parmak bağırsağı bile olabilirdim.
“Biraz daha iyi misin?”
“Pek değil. Şu saçlarımın kısalığına baksana. Oysa sadece kırıklarımı al demiştim, bunu anlamak ne kadar zor olabilir ki?”
“Keşke saç kesiminden anlasaydım… O zaman seni başka ellere emanet etmezdim.”
“Hem ücret de almazdın, değil mi?” dedi Özge gülümseyerek: “Çok şekersin Murat.”
Özge’nin kalbini çevreleyen surları yıkmama ramak kalmıştı, ancak adımı sıkça telaffuz etmesi motivasyonumu bozuyordu. Kabul edelim ki Murat ismi kulağa pek erotik gelmiyor. Öte yandan “çok şekersin” derkenki tonlaması da beni arkadaş olarak gördüğüne işaretti. Yine de moralimi bozmadan konuyu değiştirmeye çalıştım:
“Çayına kaç şeker attın?”
“Üç.”
“Çayı şerbet gibi içmekten ne anlıyorsunuz yahu? Ben şekeri iki hafta önce hayatımdan çıkardım. Artık çok daha sağlıklı ve zindeyim. Nietzsche üst insan terimini kullanırken çayına şeker atmayanları kastetmiş, hehe.”
Bu diyalog gerçekleştiğinde, Alibeyköy’de bir kır pidecisindeydik. Cebimde sadece kır pidesi yiyecek kadar para vardı. Bendeniz otuzlu yaşlarımda, fakat hala yirmili yaşların çekingenliğini yaşayan bir adamdım. Ömrüm boyunca güzel kadınlara aşık olmuş bir Hint fakiriydim. Ümitsiz aşk hayatım, saçlarımın seyrelmeye başlamasıyla Nuri Bilge Ceylan dramasına dönüşmüştü. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki başkomiser kadar gergin olsam da tüm kozlarımı oynamaya kararlıydım:
“Sana bir hediyem var.”
“Nasıl ya, ciddi misin?”
“Evet.”
Kendimle gurur duyduğum belki de tek konu, hediye seçimlerimdir. Sevdiklerime aldığım her hediye orijinal ve enteresandır. Bir keresinde en yakın dostuma, içinde dondurulmuş green rose chafer böceği olan bir bileklik almıştım. Lakin aynı dostum bana doğum günümde LC Waikiki’den tişört aldı. Dostluğumu tek celsede bitirdim.
Özge sabırsızlıkla hediye paketini açtı. İçinde dondurulmuş euproctis chrysorrhoea olan başka bir bileklik vardı.
“Ay gerçek mi bu?”
“Evet. Beğendin mi?”
“Ya şey, bilemedim. Çok tatlı ama ben üzülürüm buna baktıkça. Bileğime takabileceğimi sanmıyorum.”
“O zaman hatıra olarak saklarsın canım. Biliyor musun, bu böceğin Türkçe adı Altın Kelebek. Hani ödül töreni bile var, bildin mi? Renginin asaleti, yüzünün estetiği, antenlerinin görkemi nedense seni andırıyor bana. Altın kelebeğim olur musun?”
“Çok teşekkür ederim” dedi Özge bilekliği çantasına koyarken. Biraz mahcup hissetti, niyetimi anladığı için yüzü düştü, soruma cevap bile vermedi. Tahayyül ettiğim tepki elbette bu değildi. Boynuma sarılıverse eline yapışmazdım. Yahut yanağımdan öpüverse dudağında uçuk çıkmazdı. Şüphesiz sukutuhayale uğramıştım.
“Sıkıldıysan kalkalım” dedim. Fakat cümleme nokta bile koymadan pişman oldum. Neden böyle acemice konuşmuştum ki? Karizmatik erkekler, sıkıcı olduğunu asla kabul etmez.
“Evet Murat, kalksak iyi olur.”
Kasaya doğru ilerledik. Özge hesaba ortak olmak için kibarca müdahale etti. Bense ciddi bir ifade takınıp onu engelledim. Kır pidecisinden yüzlerimiz asık, kalplerimiz donuk çıktık.
“Benimle buluştuğun için teşekkür ederim” dedim, “kır pidesi de çok güzeldi.”
“Rica ederim, esas ben teşekkür ederim” diye karşılık verdi Özge.
Vedalaşırken gözlerinin içine dikkatlice baktım. Aslında o kadar da güzel değildi. Affedersiniz ama yüzüne yedi galon boya sürmüş, tam bir makyaj güzeli. Kalçası da topuklu ayakkabılar sayesinde biraz kavisli görünüyor, normalde tahta gibi… Laf aramızda, kampüs çevresinde onun için “yollu” diyorlar. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
“Hoş çakal Özge.”
Gözlerine uzun uzun bakarak ona veda ettim ama Özge bunun farkında bile değildi. Tek derdi gereğinden fazla kesilen saçlarıydı. “Canı cehenneme, denizde balık çok” diye mırıldandım eve dönerken… Önüme çıkan ilk tekel bayiden mavi Viceroy aldım. Paketi ihtirasla açıp sigaramı yaktığımda, The Big Lebowski filmindeki The Dude kadar vurdumduymaz hissediyordum.