Ne yaparsan yap; sonunda illa ki mutlu ol!

Kandırılıyoruz. Doğduğumuz gün itibariyle önce ailemizde başlıyor bu kandırma seansları; sosyal çevremizde devam edip okul sıralarında perçinleniyor; sisteme karıştığımızda genetik aktarımlarla beraber nesillerce devam ediyor.

Ne yaparsan yap; sonunda illa ki mutlu olmak

Birilerini kandırmayı iş edinmiş binlerce ve belki daha fazla mesaja maruz kalıyoruz her gün. Televizyonlar, reklam panoları, sosyal medya, radyo programları, gazeteler, okuduğumuz makaleler, reklamlar ve daha birçoğu tek bir yanılsamaya hizmet ediyor: Mutlu ol!

Bir daha mı geleceksin dünyaya? Öyleyse seni mutlu edecek kıyafeti giy; seni mutlu edecek okulda oku; mutlu olacağın işte çalış. Olmadı mı? Başka işte çalış öyleyse; hatta daha iyi bir işte. Seni mutlu edecek adamla/kadınla evlen; mutlu olacağın evde yaşa; sonra bir de çocuk yap ki daha mutlu olasın. Köyde mutlu değilsen şehre kaç; şehirde mutlu değilsen kırsala göç. Aşık olmazsan mutlu olamazsın; gerçek aşkı bul, mutlu ol. Bu restorana gidip şunu mutlaka tat, çünkü kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı! Ne yaparsan yap; sonunda illa ki mutlu ol! Sonra da paylaş. Öyle ya, mutluluk paylaştıkça çoğalır…


Derken dostlar, mutluluk arsızı olduk çıktık.

Şu dünyadaki tek amacımız mutluluk oluverdi. Bir anda mı? Bence insanlar böyle olsun diye zamanında birileri çok uğraştı ve sonunda başardı. Artık o birilerinin bir şey yapmasına da gerek kalmadı açıkçası. Sistem oturdu; çark dönüyor: Hiç bir şekilde mutlu olamayan ve mutluluğu sürekli ötelerde arayan, kendinden ve kendi varoluş potansiyelinden/gayesinden uzak, belki bundan haberi bile olmayan insan toplulukları bir gün mutlu olabilmek için kendi kuyruklarını kovalayıp duruyor. Üstelik bu döngüye çok yaman bir alış-veriş de karışmış durumda, ticaret ve para da cabası. İşte o birileri bunun ekmeğini bala banarak afiyetle yiyorlar.

Yemek demişken; eski filmlerdeki kötü adamlar geliyor aklıma: Elindeki o kocaman ve yağlı et parçasını nefes almadan yedikten sonra kahkaha atarak gülerler ya hani; mutludurlar o an. O mutluluğu tarif etmeye çalıştım kendime: Adam zamanında muhtemelen çok acı çekmiş; demiş bir kez de mutlu olayım. Öyle ya da böyle bir şekilde mutlu olmuş mu? Olmuş. Bu adama istediğin kadar kötü de; fayda eder mi? Adam mutlu beyler; dağılın!

Şimdi alalım bu örneği kendi hayatlarımıza ve bakalım mutlu olmak için sarf ettiğimiz çabaya, girdiğimiz yollara, düştüğümüz durumlara. Yukarıda bahsettiğim o kötü adamın girdiği yollar kadar kirli görüyorum seçtiğimiz yolları. Bir okuldan mezun olduğu gün, evlendiği gün, çocuğu olduğu gün, yıllarca olmayan bir şeyin ardından koşup da sonunda o şeyi başardığı gün #mutluluk, #mutluyumçünkü, #enmutlugünüm etiketleriyle avaz avaz paylaşım yapanlara baktığımda, o sevimli, tatlı, cici ve aslında bir kadar da mağrur gülümsemenin ardında bizim şu kötü adamın zalim kahkahasını görüyorum.

Ve düşünmeden edemiyorum: Kim bilir mutlu olamadığında neler yapmak istedi, aklından neler geçti? Kim bilir bu uğurda kimlere zarar verdi? Kim bilir “mutlu olmak için” çıktığı bu yolda egosunun hangi yönünü besledi? Kim bilir neler yedirdi doymak bilmeyen benliğine ve sonunda bastı kahkahayı; henüz yiyemediklerinin, daha da yiyeceklerinin şerefine…

Derken, hiç bir şeyden tatmin olmayan gençler peyda oldu.

Hatta artık genç kavramı bile oldukça yaşlı kalıyor hiç bir şeyden tatmin olmayan küçücük çocuk bedenler yanında. Bir anda mı? O birilerine selam olsun. İntihar edenlerle ilgili haberler okuyoruz zaman zaman. Ya o bizim her şeyin en iyisini, en doğrusunu, en ahlaklısını bilen toplumumuz, yani çoğunluk tarafından dışlanmış oluyorlar ya da hayatta artık hiç bir şey tat vermiyor; istedikleri her şeye ulaşmışlar; ne yapsalar mutlu olamıyorlar artık. O intihar edenlere bakıp ahkâm kesen topluluğa haykırasım geliyor: Siz kandırdınız. Mutlu olma vaatlerini veren de sizdiniz. Şimdi neredesiniz? Sonra aklıma geliyor: Doğru ya, herkes kendi mutluluğunun peşinde!

Peki, ne yapmalı?

Neyi ne amaçla yaptığımıza bir dönüp bakmakla başlayabiliriz diyorum. Konfor alanımızdan ödün vermeyip yerimizde saymamızda mı saklı “mutsuzluk” dediğimiz? Bir şeyi, ya da birçok şeyi mutlu olmak için mi yapıyoruz, deniyoruz, sonra sıkılıp bir başkasına başlıyoruz? Yoksa kendi varoluş gayemizi ortaya çıkarmak için küçük deneylerden mi ibaret bu daldan dala atlayışlarımız?


Eğer amaç mutlu olmak, iyi olmak, güzel olmak, alkışlanmaksa o kötü adamdan bile daha kötü olduğumuzu bir kabul edelim önce. Yok, eğer tüm bu heyecan, yeniye olan merak, her şeyi deneme isteğimizin bizi taşıdığı nokta kendimizi keşfetmek, neler yapabileceğimizi görmek, var olan potansiyelimizle bütüne katkıda bulunmaksa; işte bu çabayı alkışlanmaya değer görüyorum. Bunun sonunda mutlu olmak yok mudur? Tabii ki vardır. Mutluluğu sonuç olarak yaşayıp tadını çıkarmakla, onu amaç olarak görüp ulaşmak için çaba sarf etmek arasındaki çizgiye uyanalım artık diyorum.

Her zaman mutlu olmak zorunda değiliz!

Her zaman mutlu olmak zorunda olmadığımızı zaman zaman kendimize hatırlatmamızın da faydalı olabileceğini düşünüyorum. Böylece, mutsuzluk olarak adlandırdığımız şeylere de bakış açımız biraz olsun değişir belki… Kendinde yol kat edebilmiş, bütünde hal olabilmiş insanlara bir bakalım: Krishnamurti, Mevlana, Halil Cibran gibi adamların yüzlerinde hiç mutluluk ifadesi gördük mü? Peki, bir ağacın o yıl çok meyve verdiğinde mutlu olduğuna şahit oldu mu gözlerimiz? Meyve vermediğinde “bu yıl da böyle” diye durum paylaşan bir ağaç düşünelim mesela. Mümkün mü? Ağaç yalnızca ağaçlığını yapıyor işte.

Bizler de insanlığımız adına, bütüne hizmet edecek şeylerden yana kullansak ya tüm çabamızı; bir gün mutlaka mutlu olacağız diye debelenmek, mutlu olamadığımızda karalar bağlamak yerine… Hem, mutluluk diye bir şey yoktur belki. Mutluluk beklentimizin de olmadığı bir dünya nasıl olurdu?

Kendini bulmak: Yapay mutluluklara saklanmadan yaşamak

Mutluluğun genetik olduğu ortaya çıktı

Gerçekten Ne İstiyoruz?


Boktan insanlardan kurtulma günü


Sümeyra Uğur
1990 yılı Aralık ayında İstanbul'da dünyaya geldi. 2004 yılında Çankırı Nevzat Ayaz Anadolu Öğretmen Lisesi'nde öğrenim görmeye başlamasıyla beraber öğretmenlik hikayesine ilk adımını attı. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. 5 yıldır çeşitli özel okullarda İngilizce Öğretmenliği yapmaktadır. Mayıs 2014'te gönüllü arkadaşları ve öğrencileriyle birlikte sahneye koyduğu "The Beatles Musical - I wanna sing my song" adlı müzikal oyun ile yeteneklerinin yalnızca öğretmenlikle sınırlı kalmadığını görüp tiyatro, müzik gibi sanat dallarıyla ilgilenmeye başladı. Mayıs 2016 itibariyle kişisel blogunda yazılarını paylaşmaktadır.