Yaşlılık ve dinginliğin iki tonu

“Gençlik ilkbahara, yaşlılık ise kışa benzer, öyle bir kış ki arkasından bahar gelmez.” diyor İranlı şair Firdevsi. Eğer Tanrı bana sağlıklı bir yaşlılık bahşederse umarım baharı özlemem.

Yaşlılık ve dinginliğin iki tonu

Bazen yaşlanacağımı düşünmek beni korkutuyor

Bolca boş vaktim olsa bile asla değerlendiremeyeceğim fikri… Kırk yıl sonra bir kış günü mesela. Ciğerlerimin menzili yüz metreye düşmüş, yürürken nefesim kesiliyor. Gidebildiğim en uzak mesafedeki parkta çocuklara nasihat veriyorum ama umursamıyorlar. “O şekerlerden çok yemeyin, yeşil elma yiyin” diyorum mesela. Dönüp bakmıyorlar. Sonra anneleri “amca bir şey söylüyor oğlum, cevap versene, ayıp!” diyor bana acıdığı için.

Ama piç veletler hiç acımıyor. Dünyanın en dürüst insanları onlar çünkü. Nasihatimi de alıp usulca uzaklaşıyorum. İşte tam da o kareyi düşününce tüylerim ürperiyor. Hani kazara bir zaman makinesine girsem ve oradan yetmiş yaşında çıksam, şüphesiz aklımı yitiririm.


Fakat sonra yaşlı insanların yüzlerine bakıyorum. Hiçbirinde korku ve endişe yok. Sağlıkları izin verdiği müddetçe rutinlerini sakince sürdürüyorlar. Gençlerde bile olmayan bir sükunet, itidal ve dinginlik var tavırlarında, yeter ki tansiyonları düşmesin, romatizmaları azmasın.

Bazıları biraz huysuz olsa da neredeyse hepsi ölüm gerçeğini sindirmiş. O büyük lokma boğazlarından geçmiş, hatta üstüne soda içmişler. Özellikle Erol Evgin gibi gülümseyebilen tonton yaşlıları, damarlı kollarından tutup sarsmak istiyorum: “Yakında öleceksin amcacım, teyzecim! Korkmuyor musun? Nasıl bu kadar sakinsin, söyle bana!”

Sonra kendimi düşünüyorum. Eskiden haz duyduğum ama artık denemeyi bile bıraktığım her şeyi. Elimi sürmediğim basketbol topunu, yabancılaştığım kafeteryaları, aramadığım dostları. En son hangi konsere gittiğimi bile hatırlamıyorum mesela.

Biraz düşününce Teoman’dı galiba diyorum, Mersin Üniversitesi’nin bahar şenliğinde. Ön safta dikilip şarkılara çılgınca eşlik etmek yerine, uzak tribünde mal gibi oturmuştum. Ön saflar bana göre olmadı hiçbir zaman, arkalarda kaybolmayı pasif bir direniş olarak gördüm hep.

İlkler ve en iyiler

Sosyologlar böyle adlandırmazdı büyük ihtimalle ama bence insanı ruhen yaşlandıran iki eşik var: İlkler ve en iyiler. İlk iş günü, ailenden bağımsız oturduğun ilk ev, ilk araba, ilk sevgili, ilk cinsel deneyim, ilk yurt dışı seyahati, ilk kedi, hepsi unutulmaz oluyor.

Damağında müthiş bir tat bırakıyor ve sen aynı tadı ömür boyu alacağını zannedecek kadar endorfin salgılıyorsun. Sonra hayatın obsesif bir döngüye giriyor, mide bulandırıcı bir rutine saplanıyorsun. Seneler böyle geçip gidiyor. Ta ki saydığım o ilk deneyimlerin zihninde bıraktığı çıtaları aşacağın mucizevi günlere kadar.
Yaşlılık ve dinginliğin iki tonu


Mükemmel bir iş fırsatı yakalıyorsun mesela, daha öncekilerden çok daha iyi. Yahut şans eseri harika bir ev veya araba alıyorsun. Deli gibi aşık olduğun kadınla renkli bir seyahate çıkıyorsun. Ve diyorsun ki, “bundan daha iyisini yaşayamam.”

Eğer bu cümleyi inanarak kurarsan ve mutluluktan gözlerin dönerse, sana kötü haberi vermek zorundayım: “Evet, bundan daha iyisini yaşayamayacaksın küçük dostum.”

Çünkü mesele en iyisini yaşamak değil. İyilik göreceli bir kavram olduğu için, iyinin daha iyisi, fevkaladenin daha fevki her zaman karşına çıkabilir. Buradaki mesele, senin o hazzın doruğuna yaklaşmış olman. Yeniden deneyip zirveye ulaşsan da ilkinin tadını alamayacak olman.

Hayatında geri dönemeyeceğin bir eşiği aşmış olman. Bundan sonra mutlu olmak için yeni hazlar yaratmak zorunda olman. Ancak toplum tarafından yeni hazlar yaratamayacak kadar da örselenmiş olman. Deneyimlediğin her ilkte ve en iyide, aslında yaşlandığını fark edemiyor olman.

Zaman makinesiyle geçmişe gidebilselerdi

Sanırım bu yüzden yaşlı insanlar benim kadar ölümden korkmuyor. Çünkü tüketebilecekleri yeni bir haz kalmadığının farkındalar. Zaman makinesiyle geçmişe gidebilselerdi, bazı şeyler değişirdi ama bu asla mümkün olmayacak. Öyleyse ölümden neden korksunlar ki? Eğer yaşanabilecek tek yenilik ölmekse, yaşamdan daha çekici geliyordur belki de.

“Gençlik ilkbahara, yaşlılık ise kışa benzer, öyle bir kış ki arkasından bahar gelmez.” diyor İranlı şair Firdevsi. Eğer Tanrı bana sağlıklı bir yaşlılık bahşederse, umarım baharı özlemem. Baharı özlemezsem ölümden korkmam. Ölümden korkmazsam gerçek bir bilge olurum. Bilge olursam parktaki veletler beni dinler. Dinlemezlerse de umurumda olmaz. Eğer üç beş satır karalayabilecek kadar zihnim çalışırsa, tadımdan yenmem.


Gençliğin hakkını veremesem de hayallerimin loş ışığıyla yolumu bulabiliyorum. Bu yol beni keşfedilmemiş topraklara götürmeyecek. Çoktan seçmeli hayatımın tüm şıklarını başkaları yazmış. Yine de o loş ışığı kaybetmekten ve yaşlanmaktan ölesiye korkuyorum. Umarım yaşlandığımda da ölümsüzlükten korkarım.

İnsanın En Bilge Çağı: Yaşlılık


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.