Marilyn Monroe, bugün bile 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı, seks tanrıçası ve pop ikonu olarak anılıyor… Dışarıdan herkesin gıptayla bakacağı bir hayat tablosu var. Oysa içi hüzün ve umutsuzlukla boyanmış bir hayat bu. Aşırı derecede hassas ve güzel olan bu kadın Los Angeles’taki evinde ölü bulunduğunda, ölüm nedeni “muhtemel intihar” olarak geçildi kayıtlara. Ama bu öykünün bambaşka bir yüzü daha vardı…
Tarih, 5 Ağustos 1962… Mavi renkli örtüyle kaplanmış bir yatakta yüzü çarşafa dönük bir şekilde uzanan ve sağ elinde bir telefon ahizesi olan fotoğraftaki ölü beden Marilyn Monroe’ya ait.
Marilyn Monroe ve bitmek bilmeyen psikanaliz seansları
Marilyn’in ölümü basın dünyasında büyük bir sansasyon yaratmıştı. O ünlü ve her hareketiyle basının ilgi odağı olan bir kişilikti. Ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyonlar yapıldı, komplo teorileri oluşturuldu. Peki gerçekten Marilyn, ölüme giden yolu kendisi mi seçmişti. Yahut onu bu yola hayatında derin izler bırakan kişiler mi itmişti? Yoksa kullandığı ilaçlar ya da bitmek bilmeyen psikanaliz seansları mı?
İşte bu nokta önemliydi… Çünkü sinema dünyası psikanalistlerle kuvvetli bir ortaklık içindeydi. Marilyn’in Hollywood’a adım atmasından bir stara dönüşmesine, sonrasında da ölümünü izleyen tüm bu süreçlerde onun yegane danışmanları olmuşlardı. Dr. Ralph G. Greenson, Dr. Khristine Eroshevich, Dr. Margaret Hohenberg ve Marilyn’in “büyücü, ölülerin atmacası” diye betimlediği drama eğitmeni Paula Strasberg. Bu isimler Hollywood’da Freudcu kimlikleriyle tanınan önemli psikanalistlerdi ve Marilyn’e kariyeri boyunca yakın ilgi göstermişler onu yönlendirmişlerdi.
Psikanalistlerin Marilyn’le ilgilenmesinin bir nedeni de onun Manik-depresif olmasıydı, bu rahatsızlığa basit anlamıyla iki kutuplu kişilik diyebiliriz. Ölümünün ve yoğun psikanaliz seansları almasının nedeni bu rahatsızlığına bağlanmış olsa da olayın gerçek yüzü tüm Hollywood’la alakalıydı. Eskilere gidelim…
Sinema dünyası ve psikanalistler arasında nasıl bir ilişki vardı?
1920’li yıllarda Freud’un yeğeni Edward Bernays’ın, psikanaliz yöntemini yaygınlaştırdığı alanlardan biri de sinema sektörüydü. Televizyonun halk arasında yaygınlaşmadığı dönemlerde bir propaganda aracı olarak gayet işlevseldi ve halkın kalıplaşmış Amerikan milliyetçiliği ideolojisini sindirmesine yardım ediyordu. Peki sinema dünyası ve psikanalistler arasında nasıl bir ilişki vardı? Psikanalistler Hollywood’da ne yapıyorlar ve filmlere nasıl bir etkide bulunuyorlardı?
İşin özünde görme duyusunun Freudyen düşünüş biçimi için ne kadar önemli olduğu konusu vardı. Sinema, düşünce yapısını egemen gücün istediği biçimde şekillendirecek bir kanal olarak kullanılıyor, Psikanaliz ise görme biçimi ve bakmadaki hazzı inşa ediş yollarına ilişkin yöntemler ortaya koyuyordu. Peki bu nasıl oluyordu?
Freud bunu, kökten bir dürtü olan skopofili ile açıklıyor. Baktığınız bir şeyden haz alma duyumudur skopofili. Psikanalistler klasik sinemada öyküde narsisizm ve röntgencilik unsurlarını bir araya getirerek kişideki bakma arzusunu harekete geçiriyorlardı. Başarılıydılar…
Dönemin tüm Amerikalı film şirketleri senaryolarını psikanalistlere danışıyor, onların gerekli gördüğü dekorlar, imgeler ve isimler kullanılıyordu. Film karakterleri psikanalistlerce şekillendiriliyordu.
(Amerikan sinema tarihinin önemli yönetmenlerinden Alfred Hitcook, onlara “Rüya dedektifleri” diyordu. Ona göre psikanalistler klasik sinemada “Bir esrarı çözerek aydınlanmasını sağlayan özel gözler”di. Öyle ki bu usta yönetmen bile psikanalizin, Holyywood sinemasına olan etkisini 1945 yapımı “Ödüren Hatıralar” filminin rüya sekanslarında işledi. Bu sekanslar Salvador Dali tarafından tasarlanmıştı.)
Oyunculara psikanalist desteği
Sinema ve psikanaliz birlikteliği görünürde hiçbir sorun teşkil etmiyor gibi görünse de yolunda gitmeyen bir şeylerin varlığı zamanla hissedilmeye başlanacaktı. Bu terslik sinema oyuncularıyla alakalıydı. Bu nokta da klasik sinema anlatısının oyunculuğa getirdiği anlayışı; izleyicileri alabildiğine duygulandırmak, izlediği sahneye katabilmek, rollerle özdeşleşmesini sağlayabilmek olarak da ifade edebiliriz. Bu anlayış haliyle oyuncuların işlerini yadsınamaz derecede zorlaştırıyor, oynadıkları rolü olabildiğince gerçekçi canlandırmalarını, izleyiciyi inandırabilmelerini ve adeta o rolü yaşamalarını gerektiriyordur.
Klasik sinemadaki bu oyunculuk anlayışının psikanalistlerce de desteklenmesiyle oyuncuların role hazırlanma süreçleri daha zor ve psikolojik açıdan da yıpratıcı olmaya başlayacaktı. Fakat film yapım şirketleri için bu bir sorun değildi. Üstelik sinema oyuncularının psikanalistler tarafından role hazırlanmasını istiyorlardı. Böylece oyuncular uzun saatler süren seanslarla rollerine hazırlanmaya başladılar. Fakat sinemaya getirilen bu yeni uygulamanın sonuçları iki tarafın da beklemediği tehlikeli sonuçlar doğuracaktı…
Art arda gelen oyuncu intiharları
Psikanalitik terapi alan oyuncular er ya da geç sinirsel bir bunalımın pençesine düşmeye başladılar. O dönemde henüz “psikanaliz” kelimesi yerine “derinlik psikolojisi” dense de yapılan psikanalizdi. Oyuncularda birbiri ardına gelen ruhsal çöküşler ve bunalımla birlikte, intihar olaylarında artış yaşanmaya başlayacaktı.
Carole Landis, Thelma Todd, Barbara Bates, Diana Barrymore, Bella Darvi… Bu isimler bir zamanlar Hollywood dünyasının gülen yüzleriydi, hepsi aşırı dozda uyku veya sakinleştiri ilaç almalarından kaynaklanan “muhtemel intihar” nedeniyle öldüler. Bu ilaçların hepsi psikanlistlerin reçetelerinden çıkıyordu. İntiharların ardı arkası kesilmiyordu; Marie McDonald, Helen Twelvetrees, Dorothy Hale, Ona Munson, Margaret Sullavan. Bu oyuncuların da ölüm nedenleri diğerleri gibi aşırı dozda ilaç almalarından kaynaklı muhtemel intihardı. Tıpkı Marilyn Monroe gibi…
Tüm bu oyuncular klasik Hollywood sinemasının kalıplaşmış içi boş kadın figürlerine hayat veren insanlardı. Hollywood onlara kendi kişiliklerinin dışında herkesçe tanınan ve sevilen mutlu bir kadın imajını oynama hatta yaşatma zorunluluğu vermişti. Bu çift kişilikli yaşam tarzı zamanla psikolojilerinin yıpranmasına ve dolayısıyla onları intihara sürükleyen önemli nedenlerden biri olacaktı.
Bu noktada Klasik Hollywood Sineması’nın kadın figürüne nasıl bakıldığını anlamamız için belki de psikanalizin kurucusunun, Sigmund Freud’un kadınlar hakkındaki düşüncelerini öğrenmemiz gerekli…
Kusurlu yaratıklar!
Freud kadınları kusurlu yaratıklar olarak görüyordu. Onlara karanlık kıta adını vermişti ve kadınlar hakkındaki fikirleri Freudyen düşünüş tarzının en çok eleştirilen taraflarından olmuştu.
Freud kendine günümüzde çok popüler bir soru olan ” Kadınlar ne ister?” diye sorduğunda, verdiği cevaplar tatmin edici olmaktan uzak ve çirkindir. Onun düşüncesine göre eğer erkeklik organınız varsa üstün insandınız. Eğer yoksa değildiniz.
Ona göre kadınların başlıca sorunu erkeklik organına duydukları kıskançlıktı. Bu harikulade organdan yoksun oldukları için kendilerini aşağı hissetmeyecekler miydi? Sonrasında kadınların 30 yaşından sonra değişemeyecek kadar katılaştıklarını söyleyen söylemleri vardı. Ona göre kadınların süper egoları hatalıydı. (Bu noktada süper egonun, davranışlarımızın toplumsal şartlara, ahlaki normlara uygun olup olmadığı konusunda devreye giren üst benliğimiz olduğunu söylemekte de fayda var.)
İçi boş kadınlar
Hollywood’lu psikanalistler fanatikliğe varan Freudcu kimlikleriyle kadınları ikinci plana iten bir algı inşa ediyorlardı. Freudcu düşüncenin erkek egemen söylemleri Hollywood’la milyonlara ulaşıyordu. Sinema filmlerinde canladırılan kadın figürleri, erkekler için herhangi bir anlam ifade eder nitelikte olsa da kadınları için hiçbir anlam ifade etmeyen içi boş kukla tiplerdi.
Erkeği idealleştiren bu filmler, erkek benliğini otorite simgesi haline dönüştürüyordu. Erkek egemen bir dille yazılan senaryolar, kadınların bilinç dışına kodlanıyor böylece kendi arzularının bilincine varmaları ve doğruluğunu kabul etme farkındalıkları erezyona uğratılıyordu.
Psikanalistlerin kadınları net bir tehdit olarak gördüğünü söyleyen film teorisyeni Laura Mulvey bu dönem için; “Erkek egemen toplumun sinema üzerindeki etkisini göstermesi, apaçık psikanalizle ilişkili” diyecekti.
Peki Freud ne düşünüyordu?
O, kendisini takip ettiğini düşünen bu Hollywood’lu furyanın aksine psikanalizle sinemanın birleşimine hep karşı çıkmıştı. Filme çekilmekten nefret ediyordu ve psikanalitik süreci sinemasal olarak anlatmanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Kendisinden birçok kez bir senaryo yazması istendi, hatta bir Hollywood stüdyosu ona çok yüksek bir para teklif etti fakat o hep reddetti.
Sinemaya sıçak bakmasa da ölümünden sonra takipçileri bu alana hızla yayılacaklardı ve Marilyn Monroe gibi daha birçoğunun psikolojik bir bunalım içine girmesine neden olacaklar, hatta milyonlarca sinema izleyicisinin zihninde kadın figürünü baştan tasarlayarak onları sürekli eğlenmeyi seven, içi boş bir arzu nesnesine dönüştüreceklerdi…
“Yalnızım! Ne olursa olsun yapayalnızım!”
İşte Marilyn Monroe ve diğerlerinin ölüm nedeni buydu! Onlar, başkalarının yarattığı bir kişiliği yaşatıyorlardı… Herkesin arzuladığı, gıptayla baktığı bu hayatlar aslında sürekli mücadele gerektiren büyük bir roldü onlar için. Bu nedenle hep yalnız hissediyorlardı kendilerini…
“Yalnızım! Ne olursa olsun yapayalnızım!” diyor günlüğünde Monroe. Kendisini sevilmeye layık görmediğini ve en büyük korkusunun sevdiği insanları hayalkırıklığına uğratmak olduğunu yazıyor günlüğünde.
Yazdıklarından, notlarından şiirlerinden, Monroe’nun hakkında çizilen imajın aksine, entellektüel ve edebiyatla derinden ilgili bir kişilik olduğunu, seks sembolü imajıyla bir türlü barışamadığını görmek çok kolay.
Aslında son derece derin, içe dönük ve melankolik biri. Onu önemli yapan bir diğer konuysa ölümünün tüm Amerika’da büyük yankı uyandırması ve böylece sinemada kadın sorununun gerçek anlamda tartışılmaya başlanması olacaktı.
Sonuçta Norma Jeane Mortenson olarak doğan bir kadın, çocukluğundaki travmatik psikolojik zedelenmelerle Hollywood’a geldi. Orada genç kızın üzerine Marilyn Monroe kişiliğini ve karakterini oturttular. Ancak bu karakteri Marilyn kişilik olarak kabullenmekte hep zorlandı.
Ama işin garip tarafı, ölmeden önce 7 yıl süresince 3 büyük psikiyatristin uyguladıkları psikanalizle, Marilyn Monroe’ye kendi yeni kişiliğini vereceklerine onun önünde sürekli olarak eski anılarını, korkularını ve endişelerini taşıyan Norma Jeane Mortenson kişiliğini canlı tutular.
Çünkü Psikanalizin kuralı, tamamen geçmişteki çatışmaları kişinin önüne koymaktı. Ve geçmesi uzun süren bir gecede, 4 Ağustos 1962’yi 5’ine bağlayan gecede, Norma Jeane Mortenson, Marilyn Monroe’yu uyku ve sakinleştirici ilaçlarla önce uyuttu, ardından solunumunu durdurarak fark ettirmeden öldürdü.
Kaynaklar:
1 – Popüler Bilim Dergisi Ekim-Kasım sayısı 2013- Doc.Dr. Sultan Tarlacı
2 – Genç Gazete Blog 8 Mart 2015 “Sinema ve Kadın” Onur Erdem
3 – Hande Öğüt, “Kadın mitleri ve dişil mistizm” ,Radikal Kitap Eki, 5 Mart 2010
4 – Murat Arda, “Marilyn Monroe” Delikasap.com internet sitesi , 12 Kasım 2005