Dolmuş ve iki liralık adam

O mahmur bakışlarındaki masumiyet, bebeklerde dahi yoktu. Peki ya derin birer gölü andıran gamzeleri? Sanırım midemdeki sevgi kelebekleri pupalarından çıkmaya hazırlanıyordu. Ve sanırım aşık oluyordum o esrarengiz varlığa.

İki liralık adam ve dolmuş

Bilmezdim dolmuş duraklarının sevenleri ayırabileceğini. Elim bir kadının eline bile değmemişti, masumdum hakim bey! Kaldığım öğrenci yurdunun önünde dolmuş bekliyordum. Sırt çantasından hoşlanmadığım için kitaplarımı elimde taşıyordum. Her geçen dakika ağırlaşıyorlardı aksi gibi. Daha da vahimi, duraktaki insan sayısı artıyordu. Boş koltuk bulma ihtimalim yok denecek kadar azdı.

Dolmuş ufukta belirdiği an, öğrenciler ön saflara doğru hamle yaptılar. Ahmak olduğum için koltuk kapamadım. Sabırsız şoför “acele edelim abicim” diye söylenirken, emektar parmaklarım montumun cebini taradı ve şoföre uzatılacak iki lirayı buldu. Halen kutsal saydığım o yolculuk işte böyle başladı.


Kirli sakallı şoför, hareket ettiğimizden beri konuşuyordu. Oldukça kalın olan sesi araçta gök gürültüsü etkisi yaratıyor ve biz gençlere korku dolu anlar yaşatıyordu. Dili direksiyondan fazla dönen şoför bir yolcuya “arkaya ilerler misin canımın içi?” diye seslenirken; gözüm harikulade bir kıza ilişti. Yüce Zeus aşkına, bu nasıl bir güzellikti? Koridora bakan yan koltuklardan birinde oturduğu için yüzünü net görebiliyordum. Sanki uykudan yeni uyanmış gibiydi. O mahmur bakışlarındaki masumiyet, bebeklerde dahi yoktu. Peki ya derin birer gölü andıran gamzeleri? Sanırım midemdeki sevgi kelebekleri pupalarından çıkmaya hazırlanıyordu. Ve sanırım aşık oluyordum o esrarengiz varlığa.

Arkadan ücretini gönderemeyen var mı?

Aşırı jöleli şoför sesini giderek yükseltiyor, “arkadan ücretini gönderemeyen var mı?”, “Kızılcahamam’a kadar bir daha durmam!”, “acele eder misin ablacığım!” türevinde söylemlerle ortamı germeye devam ediyordu. Fakat umurumda değildi. Şoförün ürkütücü sesi, endorfin salgılamama ve aşık olmama mani olmuyordu. Gözlerim onun gözeneklerinde kayboluyordu.

Dolmuş her duraktan yolcu alıyordu. An itibariyle balık istifinden konserveye terfi etmiştik.

kızılcahamam dolmuş fener ismailpaşa hastaneHemcinslerimle yaşadığım her temas tüylerimi ürpertiyordu. Fakat bunlar da mühim değildi. İyi ki oradaydı o güzel kadın! Varlığıyla tüm acılarımı alırken, keşke kitaplarımı da alsa, diye düşündüm. Bu sayede birbirimizden bağımsız hareket edemez, dört tekerli aşk yuvamızdan habersizce ayrılamazdık. Kim bilir belki aynı durakta iner ve kitaplar üzerine sohbet kurardık. Çok ahmakça hayaller kurduğumu biliyorum. Haklısınız, Kore dizileri izleyen ve bunu herkesten saklayan aptal bir romantiğim ben.

Vakit daralıyordu. Harekete geçmeliydim artık.

Kalabalığı güç bela yararak mahmur bakışlıma doğru yanaştım. Yaşlı bir adam gibi inlemeye, kitaplarımı yetim bir çocuk gibi sallamaya başladım. Gözlerinin önünde duygu sömürüsü yapmama rağmen, kitaplarımı almak istemiyordu. Iphone marka kulaklığını takmış, son ses müziğini açmıştı. Olsundu, bu bahaneyle ona daha yakından bakabilecektim.

Ne kürdan bacaklıydı ne de basenleri vardı.

Kısa boylu ve minyondu. Yanaklarında adeta Tanrının çizdiği çiller vardı. Yüzü Mona Lisa gibi her açıdan keşiflere gebeydi. Kahverengi gözlerindeki asalet, eşeklerde dahi yoktu. Hele telefonuna bakarken bir gülümseyişi vuku bulmuştu ki anlatmaya Microsoft Word yetmezdi. Gülümsediği zaman avurtları kabarıyor, gamzeleri beliriyor, gözleri yay gibi kısılıyordu. Neler giydiğini şu an anımsamıyorum. Çünkü yolculuk boyunca, sadece onun yüzü ve yüzünün detaylarıyla ilgilendiğimi hatırlıyorum. Gözlerine baktığım her saniye, sevgi kelebeklerimin sesini hala duyabiliyorum.

Şoförün sesiyle bir kez daha irkildim: “Arkadan parasını yollamayanlar var, gönderelim bir zahmet!”

Artık şoföre kızamıyordum, zira aşık insanlar kolay kolay sinirlenmezler. Hatta en uysal insanların taze aşıklar olduğunu herkes bilir! Çünkü beyinlerindeki endorfin, öfke katsayılarını sıfırlamıştır. Matematikte bunu “huzur eşittir öfke eksi midedeki kelebek sayısı” şeklinde formüllendirmek mümkündür.

Yolculuğun yarısından fazlasını tamamlamıştık. Ne yapıp ne etmeli, bu esrarengiz kızın ismini öğrenmeliydim. Ancak dolmuştaki onlarca insanın huzurunda ismini soracak değildim. Ansızın boynunda gümüş bir kolye olduğunu fark ettim. Ucunda “P” harfi vardı kolyenin. Sanırım Pınar’dı ismi. Ya da Pelin? Acaba Petek olabilir miydi? Yahut Perihan? Durmaksızın P ile başlayan kadın isimleri türetiyordum. Yoksa, yoksa bu, sevgilisinin baş harfi miydi? Talihsiz geçmişim böyle düşünmeme yol açıyordu. Muhtemelen Pars denen egoist adam, kızcağıza bu kolyeyi hediye etmiş, böylece ona aidiyet duygusu aşılamaya çalışmıştı. Şerefsiz herif!


Moralim sıfır, sıfır, sıfırdı.

Şoför tam o an teybi açtı. Ferhat Göçer hem tiz hem de pes sesiyle “götür beni gittiğin yere” diyordu. Dolmuşun tüm camları buğulanmıştı. Tanrı sanki hislerime tercüman oluyor ve beni hamle yapmam için teşvik ediyordu. O sırada bir mucize daha gerçekleşti. Sevdiceğimin yanında oturan teyze müsait bir yerde inmek istedi. Şükürler olsundu, onun yamacı boşalmıştı. Kayıtsızca çöktüm boşalan koltuğa. Olası tepkileri önlemek için elimi ağzıma götürüp midem bulanıyor gibi yaptım. Anlayışla karşıladı gönül insanları, rahat bıraktılar bizi. Şimdi yan yanaydık. Kolum kolunu çekiyordu mıknatıs gibi. Ateşle baruttan halliceydik sanki. Dolmuşun camından yansımamıza bakıyordum. Ne kadar da yakışıyorduk, değil mi?

Artık üniversiteye varmak üzereydik.

Derhal bir konuşma hazırlamalıydım. Peki giriş kısmı nasıl olmalıydı? Gelişme ve sonuç bir şekilde hallolurdu ama en zor kısım girişti. Ulu Hades aşkına! Kriz anlarında beynim iyi çalıştığından olsa gerek, yarım dakika içinde şu konuşmayı tasarlayabildim:

“Pardon, sizi rahatsız ediyorum. Ben bindiği her dolmuşta kız kesen çapkın birisi değilim. Bendeniz dergilere öykü yazan amatör bir yazarım. Sizi görünce karnıma bir ağrı saplandı, ansızın bir roman yazmak istedim. Beni epey etkilediniz, hatta dolmuş perim oldunuz diyebilirim. Sakıncası yoksa size kahve ısmarlayabilir miyim? Böylece romanımın başkarakterini tanıma şansı da bulurum.”

Bu konuşmayı nasıl tasarladığıma inanamıyordum. Aşk nelere kadir ya Rabbim?

Tasarımı uygulamaya dökmek için sevdiceğime doğru döndüm. Ancak o, her nedense hareketlenmişti. Bacakları kıpır kıpırdı. Aniden dolgun dudaklarını araladı, parmaklarını havaya kaldırdı ve “müsait bir yerde inebilir miyim?” diye bağırdı. Yıkılmıştım. Daha üniversiteye bile ulaşmadan neden iniyordu ki? Kitaplarıma analık yapmadan hangi cehenneme gidiyordu? Dolmuş yavaşladı, ilk durağa yanaştı. Ve şoförün ani freniyle, midemdeki sevgi kelebekleri alabora oldu.

İndi dolmuştan, arkasına bile bakmadan.

En çok canımı yakan ise, onu durakta bekleyen adamdı. Kaslı, yakışıklı, boynuna pembe kazak bağlayan bu elit adam Pars olmalıydı. Dolmuş henüz durmamışken, Pars karizmatik çehresiyle belirmiş ve kollarını açarak beklemeye koyulmuştu. İndi meftun bakışlı, Mona Lisa suratlı sevdiğim! Hem de sıradan bir durağa değil, başka bir adamın kollarına! Yaşadıklarımızı hiçe sayarak indi dolmuştan. Şimdiyse uzaklaşıyorlardı Pars ile el ele, sarmaş dolaş! Aslında dolmuş da uzaklaşıyordu ama ben farkında değildim. Tüm benliğimle o durakta kalmıştım aslında. Yolculuğa devam eden sadece bedenimdi. Bir kez daha Pars, Berke ve Kıvanç gibiler kazanmıştı. Peki söyle bana, Pars’la ilişkiniz ne kadar sürecekti? Altı ay mı? Bir yıl mı? Birbirimizi kandırmayalım lütfen.

Dolmuş üniversiteyi çoktan geçmiş ve son durağa gelmişti.

Haliyle araçta sadece ben kalmıştım. Kendime geldim o anda. Şoförle baş başaydık. Şaşırmıştı kolonya kokulu şoför. Yanına çağırdı beni. Kafamı yağlı camdan ayırıp yanına seğirttim. “Niye inmiyorsun oğlum, son durağa geldik!” dedi. Cevap veremedim. Gözlerim dolmuş, dilim lal olmuştu. Şoför anladı durumumu. “Bir şey söyleyeyim mi canımın içi?” dedi. “Söyle abi” dedim vakur bir sesle. “Aşk yalan mına koyim” dedi. Bu tespiti ilk defa duymuşçasına duygulandım ve tepinerek ağlamaya başladım. “İnsanlar menfaatçi canımın içi, üzülmeye değmez” dedi. “Haklısın abim” deyip sarıldım şoföre. Adamın böğründeki kolonya kokusunu içime çektim. Uzun bir süre öylece kaldık. Şoför durumdan sıkılmış olacak ki omuzlarımdan hafifçe itti beni. “Al şu iki lirayı da karşıdan gelen dolmuşa bin, derslerine geç kalma” dedi. İki lirayı görünce acayip mutlu oldum, çünkü ağlama nedenlerimden birisi de paramın boşa gitmesiydi. Hemen dolmuştan indim ve bir daha toplu taşıma kullanmamaya yemin ettim.

İşte hikayem bunun gibi bir şeydi. Biraz abartmış veya eksik anlatmış olabilirim. Affınıza sığınıyorum. Öykünün gerisini sorarsanız, onu hiç görmedim bir daha. Ama bir gün görürsem, yazdığım şu şiiri ona vermek istiyorum. Belki duygularımı ifade etmekte yetersiz ama elimden fazlası da gelmiyor.

Yaşadıklarımız bir peri masalıydı dersem yalan olur,
Masal olabilecek kadar uzun kalmadın sen,
Kısa süre yolculuk yaptığım bir periydin sadece,
Ama kızmıyorum sana, iki liralık bir adamdım ben.


Konya, 2017
İsmail.

Yaşlılık ve dinginliğin iki tonu


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.