Milli beraberliğimizi pekiştirdiğimiz ve coşkuyla kutladığımız özlem dolu nice 19 Mayıs’lar… Aylar öncesinden kutlama gösterileri için hazırlıklar yaptığımız o neşeli günler…
Tribünlerde gururla yankılanan gençlerimizin sesleri, gösteriler, flamalar, fon kartonlarıyla günün anlam ve önemine dair yazılanlar, tarihte İtilaf devletlerinin işgaline karşı Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve Türk Gençliğine armağan edilmiş bugün 19 Mayıs 1919’lar… yine aynı coşkuyla yad edilmesi gerekmez miydi?
Atatürk bir çağa silinemez bir biçimde damga vurmuş çok yönlü bir önderdir. Üstün bir komutan, büyük bir diplomat ve politikacı, örnek bir devlet adamı ve sürükleyici bir devrimciydi. Giriştiği ulusal bağımsızlık savaşıyla yepyeni bir dönemi açmış, Türk ulusunun ve bütün geri kalmış tutsak ulusların kurtuluş simgesi olmuştur.
Böylece Mustafa Kemal Atatürk, kendi nitelik ve katkılarıyla ulusuna ve çağına yön veren bir kişilik kazanarak, tarihin eylem ve karar alanına çıkmıştır. O, tarihsel akış içinde her şeyden önce kendi insancıl varlığını ortaya koymuş, sonra da benliğini yine kendi yetenek, güç ve istekleriyle yoğurarak tarihsel oluşum içindeki yerini almıştır.
Büyük bir strateji ustası olabilmek için, yalnız önemli çapta bir asker olmak yeterli değildir. Bu niteliğin yanında elbette ki, etkin bir devlet adamı olmak, ulusa ve insanlığa parlak bir geleceğin “doğru” yollarını gösteren bir dünya görüşünün temsilcisi bulunmak da son derece önemlidir. Büyük bir devlet adamının, amaçlarının oluşması için kullandığı devlet araçları, bir kemanın tellerine benzer.
Bu tellerin çıkaracağı ses, onu çalanın ustalığına bağlıdır. İyi bir savaş öngörüsü insanın aklını uyumlu bir biçimde kullanabilmesine bağlıdır. Stratejiyi başarıyla kullanan bir önderin yönetimi altındaki devlet araçlarından coşkulu bir melodi çıkmalıdır. Ulusunu eyleme geçirmede etkin bir önder olan Atatürk, tarihsel uğraşında bu sesi unutulmaz bir senfoniye çevirmiştir. Soyut bir stratejinin karşılığı, savaş’la sınırlıdır.
Oysa Atatürk bakışlarını savaşın ötesine taşıyarak, savaşı izleyen barış’a yöneltmiştir. O, stratejisinde gelecekteki barış durumuna aynı zamanda güvenlik ve refah yönünden zarar vermeyecek biçimde düşünmüştür. Zafer Atatürk için bir araçtı, asıl amaç Anadolu’da düşmandan arınmış topraklar üstünde yeni ve çağdaş bir Türkiye’nin kuruluşuna imkan sağlamak idi.
“Yurtta sulh, cihanda sulh”
O’nun yaşam çizgisinde kendisini ulusuna adamış bir insanın, demokratik uğraşlarla dehasının yansıması olan güçlü görüşleri bulunmaktaydı. Her zaman söylediğimiz gibi, bir askerlik ustası olmasına karşın Atatürk, savaş özlemini hiçbir zaman yaymadı. Yaşamında savaşa, gerektiği yerlerde ancak gerektiği kadar önem verdi. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık savaşı sonunda O, eşsiz önder, üniformasını çıkardı ve bir daha da giymedi…
Atatürk’ün belirlediği hedefler hayal ve maceradan uzak, yalnızca Türk ulusunun ihtiyaçlarından kaynaklanmıştır. O, bu idealleri gerçekleştirirken halkının desteği ile büyük ve saygın bir mücadele vermiştir. Cumhuriyetimizin ilk günlerinde Atatürk, dönemin ve halkın modern yönetim için henüz hazır olmadığının farkındaydı.
Halk Osmanlı İmparatorluğunun gelenekleri nedeniyle sömürülmüştü ve bu böyle devam ettiği sürece toplumun değişmesi beklenemezdi. Dolayısıyla halk kadar yöneticilerin de yeni devlet yapısına ve rejimin gereklerini yerine getirebilmeleri için eğilmeleri gerekiyordu. Bu arada Türkiye’yi modernleştirecek olan değerler sabit tutulmalı, elde olan imkanlar ölçüsünde ilerleme sağlanabilmesi için çalışılmalıydı.
Hepsinden de önemlisi uygulanabilir bir ulusal ekonomi yaratılmalıydı. O, 1923 yılında ulusuna seslenişinde dedi ki:
“Eğer on yıl içerisinde ulusal bir ekonomiye sahip olamazsak, Kurtuluş Savaşımız, verdiğimiz onca mücadelemiz ve fedakarlıklarımız boşa gidecektir.”
Her zaman öngörülerinde son derece haklı olduğunu yine süreç içerisinde göstermiştir. Halkın Kemalist reformlara da içgüdüsel olarak ihtiyacı vardı. Halk devrim ve ulusal uzlaşma sayesinde milli devlet, milli ekonomi ve milli eğitim kurumlarının oluşması sağlanmıştır.
İsteseydi Sultan ve Halife olabilirdi
Yaşadığı dönemin en önemli şahsiyetlerindendi Atatürk. İsteseydi Sultan ve Halife olabilirdi, ama o bunu reddetti. İstekleri kendisiyle ilgili değil, Türkiye ve Türk halkı içindi. Genellikle diktatör olarak nitelendirilir, din karşıtı olmakla suçlanırdı. Oysa, o kendisine yapıştırılmaya çalışılan etiketlerden hiçbirini hak etmemiştir. Eğer onun hedeflerini anlarsanız, bu tip haksız saldırılara uğramasının kolay olduğunu görebilirsiniz. Onun bir diktatör olup olmadığını varlığı ile değil, yokluğu ile anlamak daha kolaydır. Atatürk, Cumhuriyeti kendisinden sonra da devam etsin diye kurmuştur, kendisiyle birlikte ölsün diye değil…
Tarih, bir daha tekrar tekrar okunmalı ki, bu önünde saygıyla eğilmemiz ve yaptıklarıyla unutulmaması gereken büyük insana, değil bir gün, her gün şükranlarımızı sunmalıyız. Kaldı ki, zamanında gelmiş geçmiş son derece önemli şahsiyetlerin bile hayranlığını kazanmış ATA’mızın bıraktığı değerlere biz bugün sahip çıkamıyoruz.
İleride çocuklarımıza, artık önemsenmeyen milli bayramlarımızın yerine ne anlatacağız? Bir devrimcinin, ideallerini ulusunun menfaatleri için nasıl ve ne şartlarda gerçekleştirdiğini tarih kitaplarının tozlu raflarında mı göreceğiz? Yazık…