Küçükken bize hep masallar anlatırlardı. Bilirsiniz Kül Kedisi’nin hikâyesini. Ya da onun gibi nicelerini… Bizi hep küçükken prenses olmak için koşullayan masallarda, hakikati düşünmeyi bilmezdik. Daha doğrusu düşünmemize dahi izin verilmezdi.
Masallara inanmayanların ise Leyla’ları, Mecnun’ları, Ferhat’ları Şirin’leri vardı.
Bir de Romeo, Julyet…
Her nerede olursan ol çocuklara ve bizlere biçilen rol modeller hep aynıydı.
Aşk için ya ölürsün, ya da dünyadan vazgeçip de yalnızca onu görürsün.
O anlatılanlarda kullanılan dil ve ana tema da hep aynıydı. ‘Kendin için yaşa, kendin için öl…’
Duygular önemli gibi görünse de önemsizdi. Düz bakabilmek dünyaya. Birilerinin yazıp, bizlerin de oynama mecbur olduğumuz doğmadan yazılmış olan rollerimiz vardı.
Oysa gerçek aşk öyle miydi?
Bana sorarsanız hiç gerçekten âşık oldun mu? Düne kadar cevabını inanın bende bilmiyorum. Bildiklerimde ise olduğunu düşündüğüm nice duygunun zamanla aşk değil de, bir saplantı haline gelen duyguların vücut bulmuş olduğunu görüyordum.
Önceleri üzüldüğüm ama sonraları ‘iyi ki’ dediklerim hep oldu hayatımda.
Ama şu an üzülmekten öte, şükür dediklerim var.
Aşk neydi?
Aşk körü körüne saplantılı bir şekilde bir kalbe bağlanmak mı? Etten kemiğe bürünmüş güzel bir suriyet mi?
Yoksa aşk dediğimiz şey hayatın içinde varlığı gördüğü kadar yoksunluğun içinde dahi hiç bozulmadan en saf haliyle yolda yürümek mi?
Bundan birkaç yıl öncesine kadar inanın bende âşık olduğuma inanmış, uğradığım hayal kırıklığının acısıyla günlerce, haftalarca hatta aylarca üzülüp bir köşede sessizce ağlamıştım.
Ama sonra, yoksunluğun içinde bir kalbin bana doğru yürüdüğünü görüp onun kalbine sığınmak…
Kendi kültüründen olmayan ve insanların sürekli dışladığı, şekil ile ifade etmeye çalışılan bir kalp…
Güzel bir kalbe sahipsen eğer, başkasının da güzel bir kalp taşıdığını görür ya insan. Bizim yolumuz hep kalpsizler ile kesişirken, birbirimizin elini bir gün dahi bırakmadık. Yeri geldi, haksızlık karşısında ekmeğimizden vazgeçtik, yeri geldi, elimizde kıt kanaat imkânlar içinde birbirimize güç olduk.
Yarını bilmiyorum ama bugüne baktığımda kocaman 3 yılın içine sığan sabrın adıydı belki de aşk. Ya da bir dua olur ümidiyle hiç tanımadığı bir çocuğun duasına sığışmaya çalışan 2 kalbin adıydı belki de aşk.
Her sabah uyanıp da, güne ‘şükür’ diye başlamanın güzelliğini ya da gün bitip de uğranılan hayal kırıklıklarında ‘olsun, bu bizim olduğu kadar onlarında sınavı. Biz bugün bu sınavı verdik. Şükür’ diyebilmenin adıydı aşk. Bu öyle bir aşktı ki, etten kemiğe bürünmüş bir vücut değil, dünyayı görebilmek, kendinden öteyi bilmekti. Komşusunun açlığına üzülüp belki de elinde ki imkânsızlığı dahi paylaşabilmekti. Ya da yere düşen bayrağı yerden alıp, ‘bu sizin bayrak ve kolay alınmadı’ deyip de sana hediye edip, değerlerine, kutsalına sahip çıkabilmenin adıydı aşk.
Daha çok şey yazmak isterdim elbet. Ama yapım bu ya, fazlasını anlatacak kadar henüz yetkin olamadım hislerimde.
Fakat şunu bilmenizi isterim ki, aşk bir insan suriyetine hissedilen duygu değildir.
Yokluktur… Varlıktır… İnsandır… Havadır, Sudur… Topraktır.
Aşk, bir insana değil, bir kalbe sığınmaktır. Ama iyi ve güzel bir kalbe… O kalp ki okyanusları taşısın içinde. O kalp ki, size kendini değil, dünyayı hediye etsin…
Bir çocuğun gülümsemesi… Bir teyzenin duası… Bir günün aydınlığı… Bir gecenin karanlığı…
Gibi…
Onunla beraberken, aynı hislerle aynı güzellikte bakabilsin gözler. Bir maddeye bağlanmadan, maddenin ötesinde ki gizemi görebilsin o gözler. En umutsuz anlarınızda dahi ‘hoş geldiniz, inanın güzel bir kalp okudu yazınızı’ diyenler ağırlasın sizleri de umudunuz hiç kaybolmasın.
Aşk dediğiniz şey, işte böyle… Sizden öte, size yakın…
AŞKLA KALIN… AMA GÜZEL KALIN…
Olur mu?