İnanmanın Doğası: Şeylere duyulan inançların birey hayatındaki yeri

Her birey, kendi yaşam yolculuğunda, kendi özgün tarzıyla sonsuz anlam arayışının seyyahları olarak yaşamını sürdürür. Bu, uçsuz bucaksız bilinmezliğe sahip gizemli bir ormana yolculuk gibidir; canlılık vasıfları gereği düşünebilen insan, bu ormanda karşılaşacağı şeylere duyacağı inanç ve yürüteceği fikirlerle aynı zamanda bir anlam arayışına çıkmış bir kaşiftir. O halde, gelin ve bu yazımda bahsettiğim ormanda keyifli bir yolculuğa çıkalım…

inanmanın doğası
Dante, yolculuğuna şu sözlerle başlar: “Yaşam yolumuzun ortasında karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yetmişti.”

İlahi Komedya’nın cehennem kantolarında Dante, kendini karanlık bir ormanda bulur. Yolunda çeşitli yaratıkların engel teşkil ettiği sıralarda, cehennemde yol göstericisi olacağı, rehberi Vergilius ile karşılaşır. Vergilius onu kurtarır ve yolculuğun devamında yanında yer alır.

Cehennem bölümü, ikinci kantodan, Vergilius’un Dante’yi rehberliği altına aldığı konuşmasından bir kesit:


İyiliğin için peşimden gel, izle beni,
rehberin olacağım, buradan alıp, öncesi
sonrası olmayan bir yere götüreceğim seni…

Her birey aslında, buna benzer bir ormanın yolcusudur. Yol gösteren, rehberiniz olan Vergilius’unuz ise, bizzat kendi benliğinizdir. Birey, kendi benliğinin özgünlüğü ile bu ormanı adım adım keşfeder; ormanı kendisi için cennet veya cehennem, aydınlık veya karanlık kılmak da, tamamiyle kendi iradesinde; kendi benlik inşasıyla mümkündür. Bu bir mekan olarak algılanmamalı. Mekandan ziyade, hayatlarımızda kendimizi adadığımız fikir veya inançlardır kimi zaman. Durumu bu açıdan ele aldığımızda, insan zihni çok şekillenebilir bir atmosfere sahip olmakla birlikte, sabit ve değişmez kuralcılıkla eğilimlenen yoğun inanç veya fikirler, kişiyi son derece sınırlar; zihni kimi zaman gün ışığından mahrum, tekinsiz, boğucu bir ortama dönüştürebilir. Bu sınırlayıcılığı biraz daha açıklayıcı hale getirelim. Hayvanlar fark ettiğimizden daha çok insana benzerler. Ve insanlar da hayvanlara çok benzer. Aramızda ince bir bariyer vardır; hayvanların düşünce şekli, zihin ve bedenlerinin sınırlarına bağlıdır. Eğer insanlar olarak sınırlarımızı çok erken keşfedersek, gücümüzün asla farkına varamayız.

Cehennem bölümü, beşinci kantodan, Vergilius ile Cehennemin ikinci çemberindeki gezintileri sırasında, Dante’nin bir sözü:

Ey insanlar, daha ağır davranın:
Rüzgara kapılmış tüy gibi olmayın,
Her suyun da sizi arındırdığını sanmayın.

Birey bu ormanda başkalarının haritalandırdığı patikalarda değil, kendi haritalandıracağı patikada yürümelidir; çünkü benlik, özgün bir algılama, bir varlık tanımlama yeteneğidir. Tüm duygular, düşünceler, deneyimler ve inançlar, bu özgünlükle bir var oluş içselliğidir ve eğilimidir. Başka bir bireyin deneyimlediği, üzerine duygular sarf ettiği, düşünceler ve inançlar oluşturduğu bir patikada yürüdüğümüzde, aslında, onun benlik algısına göre şekillenmiş şeyleri deneyimleriz; bu yolda kazanım olarak görüp, sahipleneceğimiz tüm duygular, düşünceler, deneyim ve inançlar, o bireyin yoğurulmuş içselliğidir. Bu noktada, birey, kendi deneyimleri ve tamamiyle kendi özgünlüğü ile, yaşamının amacını ve yaşamda neler bulacağını, bulduklarından neler çıkaracağını kendi keşfetmelidir. Elbette unutmamalıyız ki, hayatta, halihazırda başkalarınca keşfedilmiş şeyleri özümseyip, tekrar tekrar deneyimlemek, bir keşif değildir.

Cennet bölümü, üçüncü kantodan, Beatrice ile dolaşmaları esnasında, Cennet boyunca Dante’ye eşlik eden, Beatrice’in bir sözü:


Çünkü gerçekten uzağı görmeli insan,
Herkes için doğrudur bu, yoksa
Gereksiz yüklerle dolar gemisi.

Benlik algımız hakkında kesin diye düşündüklerimiz; gördüğümüz, hatırladığımız her şey aklımızın inşasıdır. Sosyal bir canlı tipi olarak insanlar, temasa geçtikleri, gördükleri, deneyimledikleri şeyleri tanımlama ve tanımlandığı şekilde hafızalarına istifleme güdüsüyle adeta yanıp tutuşan canlılardır. Örneğin, bahsettiğimiz bu kendini bulma, kendi arayışını yaşama ormanında, karşılaştığımız bir kuşu ele alalım. Kimisi bu kuşu çok güzel bulur, hayranlıkla izler, kimisi sebepsizce öldürmek ister, kimisi pişirildiğinde çok lezzetli olduğu düşüncesiyle onu yemeyi düşler, kimisi ise onu kafesleyip, kendisine canlı bir ev süsü haline getirmeyi hedefler. Bu, tabiatı gereği insanın, doğal özgünlüğüdür; tüm bunlar insanı, iyi veya kötü, veya diğerine göre daha az yada daha çok ahlaklı, daha erdemli yada erdemsiz yapmaz, yalnızca, insan yapar.

Cennet bölümü, yirmi altıncı kantodan, Dante’nin ruhsal yolculuğu sırasında söylediği bir söz:

Ruhum, kendi gerçeklerinin dışında olan
gerçeklerden geri döndüğü zaman,
gördüm yanlış yanılgılar olmadıklarını.

İnsan, tarih sahnesinde var olduğu tüm dönemler boyunca, yaşadığı ve öte alemde yaşayacağı hayata dair anlam arayışında bulunmuştur. Kendi deneyimlediği benlik inşası, şeylere olan dünyevi tutkunluğu ve sahip olduğu egosu onu; yaşamının et ve kemikle örülü, bir kaç litre kanı pompalamakla görevli bir organın durması sonucunda nihai olarak sonlanamayacağı, kendi varlığının böylesine basit ve sınırlanmış bir fiziksel son ile var oluştan yok oluşu yaşayamayacağı kabullenmezliği ile derin ve sonsuz bir arayışa sürüklemiştir. Varlığının sonsuzluğunu bu hayatın ötesinde tutkuyla arzulayan insan, ölümlülükle kesin sonlanışı kendi var oluşuna uygun bulmaz. Bunu çağlar boyu, gerek mağara motiflerinde, gerek antik çağ mitlerinde, gerek orta çağın sanatsal eserlerinde, gerekse Rönesans reformlarında görebiliriz. Bir dış gücün varlığı, değişmez kuralları, inananlarını tek bir etik ve ahlak çatısı altında toplayışı, vaad ettiği ruhsal bir öte alem anlayışı… Tüm bunlar var oluşu daha anlamlı ve uzun vadeli kılma çabasının insani bir ürünüdür. Buna ihtiyaç duyarız çünkü bir noktada bununla güvende hissederiz.

Dante’nin Cehennem’de dolaşırken, on yedinci kantoda, gördüğü ve konuştuğu karakterlerin durumları ve içsel çatışmaları hakkında düşündüğü kısımdan:

Nedendir inatla bu isteğinizde direnmeniz,
sonunda önlenemez yenilmeniz,
ve çoğu kez böyle artmıyor mu kederiniz?

Evet, bir takım şeylere inanç göstermek veya fikir yürütmek, insanlığın genel eğilimde bulunduğu bir davranıştır. Bu anlam arayışı Paleolitik atalarımızdan beri süregelmektedir. Değişen çağlarla birlikte insan da değişir ancak bu arayış asla değişmez veya son bulmaz. Başımız sıkıştığında veya yalnız hissettiğimizde, şeylere veya başkalarına duyulan korku ve güvensizlik temelli eğilimlenen ve güvenli bir sığınak işlevi gören bir Tanrı inancı, benlik sınırlarımızı aşan, anlamlandıramadığımız şeyleri doğaüstü olarak görme, niteleme çabası, yaşamın bir hiç uğruna, tamamen boşluğa adanmış olamayacağı umuduyla bulunduğumuz hayatla sınırlı olmadığı kanısı… Bunlar her dönem, her kültürde, farklı biçimlerde görülen, insanın sonsuz arayışının dışa vurumudur.


Sona gelirken, unutmayalım ki… Bu yazım asla bir dinden, inançtan uzaklaştırma çağrısı niteliğinde değildir ve öyle algılanmamalıdır. Önceki kısımlarda, varlığımızı sürdürdüğümüz, hayatlarımızı özgünlükle yaşadığımız, sonsuz anlam arayışında bulunduğumuz bu Dante ormanı benzetmesinde belirttiğim gibi, her birey, kendi yaratacağı ve kat edeceği patikada yürümelidir. Sizlere bir patika sunmuyorum, sizi kendi patikanıza yönlendiriyorum.

Teolojik bir zıtlık: Tanrı, insan ürünü Tanrı’ya karşı