“Her benlik, yanında bir güdücü, bir de tanık olduğu halde gelir.” (Kaf Suresi 21. Ayet)
Her insanın, dünyaya gelmesinde mutlak bir anlam vardır. Anne ve babaların çocuk yapmaya karar vermeleri o çocuğu seçmeleri anlamına gelmez. Tersine, bir çocuk dünyaya gelirken anne ve babasını kendisi seçmektedir. Ruh, dünyaya gelirken nasıl bir anne ve baba seçmesi gerektiğini bilir. Bu ruhun deneyimlemesi gereken “Karma Plânı” ile birlikte, uygun bir ortamı seçmesiyle de ilişkili bir durumdur. Çünkü deneyimlemesi gereken “Karma Plânı”na uygun bir seçim yapması gereklidir.
Çocuk büyüdükçe enkarnatif sürecini unutarak, başta anne ve babası olmak üzere çevresinin, sistemin ve dünya yasalarının hükmüne uymaya ve onu giymeye başladığı bir sürece girer. Çocuklar ilk eğitimini aileden alır. Ardından; okul, devlet, sistem, kurumlar, çevre, gelenek ve görenekler onu şekillendirir. Çocuk, öğrendiklerinin ne kadarının kendine ne kadarının kendi dışındakilere ait olduğunu ayırt edemez.
Çocuklar anne ve babalarının günahlarını taşırlar; anne ve babalar da kendi anne ve babalarının günahlarını…
Bu ifade çok eski dönemlere aittir. Pekiyi bu değiştirilemez mi? Elbette değiştirilebilir. Yeter ki, bize yapılan yanlışları kendi çocuklarımıza yapmaktan vazgeçelim…
Bu sürece önce her iki taraftan bakarak değerlendirip, sonra da bunları birlikte değerlendirerek bir senteze varmak gerekir.
Anne ve babalar için çocuk; üzerinde benlerinin taleplerini yaşayacakları bir araçtır. Kendi özlemlerini ve komplekslerini çocukları üzerinden gerçekleştirirler. Ve bunu hiç farkında olmadan sevgi adına yapmaktadırlar! Çünkü çocuk, onun çocuğudur.
Onun üzerinden sahiplenme ve mülkiyet duygusunu içgüdüsel de olsa devreye koymuştur. Canından kanından bir parçadır. O’nun için yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, okumamış okutmuş; kısaca çocuğu için çabalamış, saçını süpürge etmiştir. Kendisi okumamış, ancak çocuğunun okumasını istemiş, kendisi kariyer sahibi olamamış, olsun; çocuğunun kariyer sahibi olmasını istemiştir.
Hayatı yoklukla ya da ucu ucuna kıt kanaat geçirmiş; çocuğunun hayatını varlık içinde sürdürmesini istemiştir. Kendisi çekingen, ürkek ve cesaretsizdir; çocuğunun cesur, atılgan tuttuğunu koparan güçlü biri olmasını istemiştir. Kısacası kendileri neyi yapamamışsa, çocuklarının onları yapmalarını istemiştir. Sonuçta, merkeze kendini koyarak; istediği, beklediği her türlü davranışa yönelik haklılığını ve gerekçelerini oluşturmuştur.
Pekiyi kendi yapamadığı şeyi çocuğu niye yapsın? Çocuğa yüklediği bu kadar olumsuz örneklerle; ne vermiştir ki ne alsın?
Sonunda edinilik kimliğimizi oluştururken bütün bu kompleksif yükleri de taşıyarak, dünyanın kavgasının içine düşer ve kayboluveririz. Gönüllü olmadığımız halde, bizi çok seven anne ve babalarımızı nasıl mutlu ederiz diye çırpınırken, hiç istemediğimiz seçimlerin içinde kendimizi buluveririz. Bu seçimler hayatımızın hemen her alanında mümkündür; eğitim, meslek, iş, eş, çocuk vs.
Onları mutlu edelim derken; kendi mutsuzluğumuzun kucağına düşmüşüzdür.
Bize giydirilen bu kimlik, giderek üzerimizde genişlemeye ve artık hareketlerimizi engellemeye, reddedemeyeceğimiz bir riske dönüştüğünde ve hatta tökezleyip düşmemize neden olduğunda da sorgulamaya başlamışızdır. İşte edinilik bu yükler üzerimizde arttıkça, içimizdeki çığlık yükselerek sorgulama başlar.
Mutluluk diye öğretilen şeyler gerçekte mutluluk mudur? Sevgi diye öğretilen şey gerçekte bir çıkar alışverişinden öte değilse bu sevgi midir? Seçim hakkı kimindir? Özgürlük nerededir? Yaşadığımız hayat kimlerin hayatıdır? Kısacası var olmayan kimliğimiz, giydirilen bu kimlikle iğreti olduğunu anlamaya başladığımızda, uyanış devreye girer.
Çünkü yaşadıklarımızla içimizdeki sesin uyumsuzluğu ve sürekli içsel bir kargaşa, huzursuzluk içinde yaptıklarımızı ve yaşadıklarımızı sorgulamaya başlamışızdır. İşte bu bir uyanıştır ve bu uyanış; arayışı da beraberinde sürükler.
Ruh kendi içindeki bilgiyi anlamak için bedenlenir. Ancak madde bedenin sahasına giren ruh, bu koşullarda bedenin hükmüne girerek özden uzaklaşmıştır.
Özünde ruh, yapması gerekeni unutmaz. Ancak yaşadıklarıyla, hatırlamakta gecikebilir. Bir evrensel prensip olan dualite şartında, iyi ya da kötü diye bir şey yoktur. Bedende yaşanan her olumsuzluk ve acı, bize ruhumuzu hatırlatarak, ona yaklaşmamıza fırsat verebilecektir.
Geçtiğimiz ay Ezoterik öğretide “Ben”in disipline edilmesinin çok önemli olduğundan bahsetmiştim. İşte yetiştirilmeden kaynaklanan kimliğimiz, bizim sosyal yönümüzdür. Tabii bunu besleyen içgüdülerimizin tesirini de unutmamak gerekir. En önemlisi de bir suçlu aramamak.
Zira Bir Zen Ustası’nın söylediği gibi; “Sizin, size yapılmasını istemediğiniz hiçbir şeyi size kimse yapamaz; şayet yapılmışsa siz müsaade ettiğiniz içindir.” O nedenle bir suçlu aramak yalnızca gideceğimiz yolu geciktirecektir.
Arayışın bizde oluşturacağı en önemli fark, dönüştürme fırsatı vermesidir. “Geçmişimizi silemeyiz, ancak dönüştürebiliriz”. Bu; irade, akıl ve bilgiyle mümkün olabilecektir. Şayet yaptığımız hataları birer öğrenme unsuru olarak görmeyi başarabilirsek; işte o zaman hayatımızdaki tüm olumsuzluklara teşekkür dahi edebiliriz.
Sonuçta arayış;
Uyanışın anahtarıdır,
Tekâmülün şartıdır,
Dualite ilişkisidir,
Bilgiyi açığa çıkarma talebidir.
Arayış, ruhun sesidir…
Ezoterik yazı dizisi, bir sonraki ay farklı bir başlık altında devam edecektir…