Mor bir denizin yüzeyinde şiirler sektiriyorduk ve en fazla dizeyi zıplatan kaybedecekti manayı; ölüm ülkesinin toprakları maviye ne kadar da uzaktı!
O’nun varlığını bir kez daha duyumsamak için, geceden bize sırrını açıklamasını diledik. Gökteki yıldızlar kadar çoktu saklananlar ama biz sadece bir tek sırrı merak ediyorduk. İçimizdeki özlemi ve aşkı canlandıracak bir sırrın açıklanmasını! Kesinleşmiş bir sonun değiştirilme olasılığı kadar düşüktü ümit etmek ve ölmek için de yaşamak için de beklemenin bir anlamı kalmıyordu. Güzel olan, tüm imkansızlıklara rağmen, O’nun hayalini yanımıza çağırmaktı belki. Kaçmayı, şimdiye kadar gerçeklik kabul edilen renksizlikten dolayı seçiyorduk ve yönümüz gökkuşağıydı. Kendi rengimiz ise, gece siyahının içinde kızıl bir önsöz olabilirdi ancak!
Gitmelerin ve yola düşmelerin, geri dönüş olmazsa bir anlamı olabilirdi. Birlikteliklerin, aşkların ve özlemlerin anlamını gitmelerde çoğaltıp, geceye ancak bir katilin bırakabileceği delilleri bırakıyorduk ve ölmekte olan maktulün, aşkın anlamını çözebildiğini biliyorduk. Aşk gitmekti.
Zamanın efendiliğini kabul ettiğimiz de erdemlerimizin ne anlamı olabilirdi? İki dünyanın arasında kararsızlığımızın uykusundaydık, dün ve yarın diye adlandırdığımız iki dünya arasında sıkışmıştık ve zamanın baskısı hiçleştirip, zehirliyordu yaşamı. Karanlık ve ışık ne dünde, ne yarındaydı; sadece bu gün, karanlığı unutmadığımız sürece ışığın bir anlamı olacaktı. Aydınlanma kendimizi yenmemizle birlikte gelecekti.
Yönetmenliğini Just Jaeck’ in yaptığı 1975 yapımı O’nun Hikayesi filmi, egonun üstesinden nasıl gelindiğini anlatan iyi bir örnektir. Film, salt ‘ erotizm’ öğeleri aracılıyla değerlendirmenin çok ötesine geçmektedir. Kadın kahramanın, ‘ köle- efendi; acı çekme- acı verme; ödüllendirilme- yoksun bırakılma’ ikilemlerinde kendisini nasıl alt ettiğini anlatan film, sonunda özgürlüğün ve aydınlanmanın elde edilmesiyle sonuçlanıyor. Filmde ilginç olan, insan doğasındaki duyguların yoğunluğunun son noktasına kadar ortaya çıkarılmasıdır; beden ve ruhsal acıların son noktaya kadar sınanması, hazzın doruklarına varılması, kahramanına kendine dışarıdan bakabilme yetisini kazandırmıştır.
Kendimize dışarıdan bakamayacak kadar kör müyüz?
Kötü olana gözümüzü kapatmak, iyi olanın yitmesine neden olacaktır. Kötüyü, acıyı, ihaneti, tüketmeyi ve tükenişi deneyimlemeden, yasak olanın, günah olanın manası olmadan güzeli anlayamayacağımızın bilincine vardığımızda, saplandığımızı sandığımız bataklıktan çıkmaya başlamış olacağız. Köklerinden kopmuş bir iyimserliğin yüzeysel bir anlam ifade eden maskesini yüzlerimizden çıkartarak tabi. İnsanlara bir şekil vermeye çalıştığımızda yabancılaştılar bize; uzaklaşmanın başlangıcı bu nokta oldu.
Mor bir denizin yüzeyinde şiirler sektiriyorduk ve en fazla dizeyi zıplatan kaybedecekti manayı; ölüm ülkesinin toprakları maviye ne kadar da uzaktı: ‘büyük şimşek çakmalı gök gürültüsü filan/ şöyle dalları kıran şakırtılı bir yağmur/ köpek havlamaları bulut karanlığından/ zehir bulabilir misin çabucak öldürecek…’ (Attila İlhan)
Domino taşları gibi sıralanmış ve yasalarını sorgusuzca kabul ettiğimiz bir hayatın acemi işçileri olduk hep. Tek bir hamleyle taşlar devrildiğinde hazırlıksız yakalandık çoğu kez. Bir milyon ağızdan kusulan yalanları tek gerçek bildiğimizden, doğrulardan tiksindik. Tamamlanmamız gereken zamansızlıkta, sonsuzluğa ulaşmak için duyduğumuz korku bizi, sevdiklerimizi, dünyayı dar bir çemberin içinde tutsak ediyordu. Dün ve yarının kaygılarıyla, özlemle yoğurmak istediğimiz ruh ve bedenimiz asla bölünmezliğe erişemiyordu; parçalanmışlık değişmez bir kader miydi?
İlgili yazılar
!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali programı açıklandı!
Mustang filmi ve kadınlar arası dayanışma üzerine