Almanya Turnesi – Hannover: Gotik Istırap 

Almanya… Sokaklar yoktu orada. Her yer caddeydi. İnsanlar yoktu. Her cadde ıssızdı. Boşluğa düşüp kalbini kırması çok olasıydı insanın. Rögar kapaklarından klasik müzik sesleri geliyordu. Tuvaletini müzik olarak yaptıklarından şüpheleniyordum burada insanların. Bilimde, edebiyatta, sanatta bu kadar yol kat etmelerine karşın, bu kadar gelir sahibi olmalarına karşın bu insanlar nasıl olur tuvaletlerine bir çeşme koymazlar? Bu iş, rögar kapağı altından müzik sesi vermeye benzemez. Temizlik bir yaşam biçimidir. Buna önem vermeyen insan bir takım özelliklerini yitirmeye mahkumdur.

Heyecanın bilmediğim bir notasından bulanıyordu midem. Gözlerimde gri bir renk, kulağımda ve dilimde orta çağlardan kalma seslerin tınısı…

Hristiyanlığın koral halini yaşıyordu, Wolfenbüttel. Birileri kelime-i şahadet getirmeden ölüyor, cenaze namazını kimse kıldırmıyordu.


Sokaklar yoktu orada. Her yer caddeydi. İnsanlar yoktu. Her cadde ıssızdı. Boşluğa düşüp kalbini kırması çok olasıydı insanın.

Rögar kapaklarından klasik müzik sesleri geliyordu. Tuvaletini müzik olarak yaptıklarından şüpheleniyordum burada insanların.

Her yer sonradan görme bir yeşildi. Varoşlarımda bile buradan bakir kalmıştı ağaçlarım. Ihlamur kokusuna kanmıyordum havasının.

İlk gerçek sesi Antonio Vivaldi’ye göre veriyorduk: Magnificat’la bitiyordu her şey.

O an biri intihar etti, biliyorum. Terk etti bu oyuncak coğrafyayı. Dekor olmaktan sıkıldı ve gitti. Balkonsuz, küçük daireleri olan apartmanda, gotik bir ıstırapla oturuyordu.

Eline bir kürek aldı, kapıyı açtı, dışarı çıktı. Pes etti. Biz o arada kıyafetlerimizi giymiş, konser vaktinin yaklaşmasını bekliyorduk. Beraber değildik. Ben, bu yalnızlığın üstesinden gelmeyi yalnız başıma başarmak için kopmuştum grubumdan. Bir bara girmiş, sesimi açması ve keyif vermesi için kendime viski söylemiştim. İçeride, barda duran hanımefendi dahil dört kişi vardı. Vakit geçiyor gibi görünüyordu.

Buranın kurtarılmış bölge olduğunu düşündüm. Ortam dışarıda olandan farklıydı: Birileri gülümsüyordu. Farkın nedenini anlamam, pek çok şeyi anlamam gibi uzun sürmedi: İçeride alkol tüketiliyordu ve bu koşullarda yan ürünler olmadan ancak kendini evine dönmemek üzere dışarı atan insan veya onun yerinden kalkmayanı kadar olunabilirdi.

Etrafta kimseyi göremedi. Yapmacık ağaçlığa gitti. Mezar taşlarında kuru kafa kabartmaları olan bir anlayışta, kendini korsan gibi görse daha eğlenebileceğini düşünüp ilk kürek darbesini vurdu oyuncak semtinin toprağına. Ses çıkmadı. Toprak en kolay ölendi. Ben, ikinci viskime geçmiştim. Viski ucuz ve güzeldi. Buranın bizim barlarımızdan daha yerleşik bir havası olduğunu söylemeliyim. Barın kültürel bir oluşum olduğunu ilk burada anladım.

Bir gezegen ölüsüne bakıyordu. Önce toprağın ölü toprağını attı. Sonra acılar içinde yaşayan sapasağlam vücuduna tek kurşun sıkarak öldürdüğü bedenini, umuttan yoksun bu toprağın soğuk bağrına… Bu sırada kırk kişiyle beraber “Si ch’io vorrei morire” diye bağırıyordum. Gözlerimden akan yaşlarım bu toprakların sessiz çığlıklarında kayboluyordu. Ölerek yaşamaya çalışan birinin teni soğuyordu. Kan, toprağı satanist bir ayinle selamlıyordu.

Yaşamım boyunca mağlup kesimin tarafına geçişim bilinçli değil. İstemsiz bir davranış. Gayrı ihtiyari… Belli etmeyişim de… Konser bitiminde herkes gibi mutlu olmam gerekirken, yüreğimde huzurevi huzursuzluğu olduğunu belki de bu yüzden kimseye söylemedim. Ve bilmiyorum, belki de bu yüzden, huzurevi huzursuzluğundan 87.21 yaş buruşukluğuna doğru yola çıkışımda artık ben de o kalabalığın içinde, kasabadaki yalnızlardan biriydim.

Almanya – Bremen Yolu: Taharet Musluğu

Tren benzer yerlerden geçiyor. Duruma ayak uydurmak zor değil. Üç saat boyunca Yıldız Savaşlarından bahsediyorum. İstesem treni geçebilir, günlerce üzerine konuşabilirim. Yapmıyorum. “Almanya’nın trenleri benim ayarım değil. Tek rakibim her zaman olduğu gibi THY!” Gülüyorlar. Ben espiri yaptıkça gülüyorlar. Ben potansiyeli kinetiğe çevirerek enerji dönüşümünü sağlarken onlar benim kinetik enerjimi yiyorlar. “Güldürürken düşündürdüğümü sanmıyorum. Ama düşündüğüm kesin” diyorum. İçimden. Bütün kinetik enerjilerine katkı yapmak gibi bir niyetim yok.

Almanya – Kahvaltı edeceğiz ya da yanılıyorum

Emin değilim. Kahvaltının ne olduğunu bilen var mı? Sadece sabahları yenen yemek biçimi mi? Sanmıyorum. Kahve altı mı? Belki eskiden.

Peki nedir kahvaltı? Mısır gevreği üzerine süt mü? Domuz salamı, ekmek ve filtre kahve mi? Kahvaltı denilen şey beyaz peynir, çay ve ekmektir. Beyaz peynirsiz, çaysız, ekmeksiz kahvaltı değil, atıştırma olur.


Almanya’nın ulaşımda kat ettiği düzey umurumda bile değil. Yarım milyon nüfuslu şehirlerinde trafik sorunu olmasın bırakın. Hem ben beslenerek yaşıyorum, yol alarak değil. Su mu? En ucuz mücevher, biliyorum. Ve burada pek yatağı olmamalı, içtiklerine bakılırsa. Pahalı olduğu kadar lezzetsiz bu sular, susuzluğu gidermek bir yana, insana gerçek suyun lezzetini hatırlattığından, suya olan özlemi arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. İçlerindeki mineraller kendilerinin olsun. Ben, cebimdeki tüm parayı ülkemden ithal edilmiş meyvelere harcamaya hazırım. Üstelik ülkemin ürünleri burada ülkemde bulamayacağım kalitedeler. Kirazın en güzellerini, şeftalinin, kayısının en şahanelerini burada, fiyatlarına bakmadan alıyorum. Zaten para harcamaya değer bulduğum yerler de pek yok.

Almanya – Çilek; günerce yiyorum bunları

İlk ısırıktan sonra ağza yayılıyor suyu ve tadı. Sadece burun değil, sanırım dil de koku alıyor. Zira kokusunu ağzımda hissediyorum. Tarım ilaçlarının abartılmadığı şeklinden ne kadar belli. Çilek… Günlerce yiyorum bunları. Yanaklarım kızarıyor. Al yanaklı oluyorum. Karnım ağrıyor. Tuvaletler sorun. Buraya geldiğimden beri üç gün geçti, kendimi tutuyorum. Meyve yemeseydim bir hafta tutabilirdim bu çirkinliğe alışmamak için. Çünkü biliyorum, bir kere yaparsam sürekli yapacağım. Çabuk anlıyorum. Çabuk kavrıyorum. Farkındayım. Bilinçliyim. Ama batının taharet musluğu gibi bir buluşu hala keşfedememiş olmasını anlayamıyorum. Bilimde, edebiyatta, sanatta bu kadar yol kat etmelerine karşın, bu kadar gelir sahibi olmalarına karşın bu insanlar nasıl olur tuvaletlerine bir çeşme koymazlar? Bu iş, rögar kapağı altından müzik sesi vermeye benzemez. Temizlik bir yaşam biçimidir. Buna önem vermeyen insan bir takım özelliklerini yitirmeye mahkumdur.

Ve gözümde siliniyor hepsi birer birer. O büyük edebiyatçılar, sporcular, güzel kadınlar… O güzel giyimli, saygın duruşlu, etkileyici insanların g.tlerinin  b.klu olduğunu bilmek, içsel olarak kendimi onlardan yukarıda görmemi sağlıyor. G.tü b.klu Angela Merkel. G.tü b.klu Noam Chomsky… Donlarındaki b.ka bakmadan insancılık oynuyorlar. Dünya… Sınıfta öğretmen yok diye birileri sınavda kopya çekiyor. Kimse merak etmesin, sağdaki ve soldaki hepsini yazıyor.

Bremen Konseri: Anlamak

Bosna, Avrupa’nın bir eliyle suratını kapatıp parmaklarının arasından izlerken, diğer eliyle mastürbasyon yaptığı bir utançtı. Bosna, batıda, doğuya yapılan son büyük haçlı seferiydi. Srebrenitsa’da tecavüz edilmişti. Mostar’da insanların köprücük kemikleri sonsuza dek kırılmış, yerine oyuncağı yapılana kadar acılar içinde bırakılmıştı. Markale’de bir kız çocuğunun babasının boynu kesilmiş, gözyaşlarına Sırp askerinin tükürüğü karışmıştı. Hıçkırık açıkladı bunları.

Onca soykırım sonrası, tecavüz sonrası, adaletsizlik sonrası boynu bükülmüş zarif insanların dünyaya naif bir sitemi sağır etti dinlemeyi bilen kulakları. Sessizce…

Yapmak için uğraşılmamış, doğal süreçte kendiliğinden ortaya çıkmıştı.

Küçücük bir ekmek kırıntısından bile mutlu olan, fakat bu söylendiğinde yanakları kızaracak kadar tevazu sahibi insanların hüznü namlu olmuş, tank olmuş, tüfek olmuş bencilliğe çiçek fırlatıyordu. El işi, oyma fırlatıyordu. Şarkı fırlatıyordu. “Bir acı nefretten uzak, kırgınlık biçiminde dile getirilirken bile bu kadar kibar olunabilir mi?” sorusuna yanıt veriyordu Ederleziyle, torunu gözü önünde öldürülmüş bir babaanne. Ve başörtüsüyle gizliyordu kanlı yaşlarını.

Her şey on dakika içinde anlatılıyordu sahnede. Söylenip bitiyordu Ederlezi. Söylenip geçiliyordu konular. Ahlaksızlıkları, namussuzlukları, katliamları, soyların kırılmasını, kini, nefreti, şerefsizliği on dakika içinde geçiyorduk. Her şeyi geçiyorduk. Konser, verilmek içindi; şarkılar söylenmek için… Eğleniyorlardı bizi dinlerken. “Güzel söyledik” diye seviniyorduk biz, bir Boşnak’ın acısından çok uzaklarda bir yerlerde. Onların acılarıyla eğleniyor, kendimizi iyi hissediyorduk.

Oturma eylemi yapmalıydı birileri. Tam da bu anda hepsinin suratına sert bir tokat atmalıydı “Bosna’yla eğlenemezsiniz!” diyerek. Binlercesi ölürken seyrettikleri bu insanların şarkılarıyla eğlenmeye utanmadıklarını birileri yüzüne vurmalıydı bu dünya kültür mirası kilisede.

Kimse yapmadı. Akıllarına bile gelmedi. Gelseydi de yapmazdı. Herkes yapsa Unsere Lieben Frauen Kirche’yi bile yakardı bu insanlar.

Aslında iş başından yanlıştı. Şarkı söylemek, şarkı başına en az bir saat tartışılmadığı müddetçe yasaklanmalıydı. Şarkı küçümsenmeyecek bir yöntemdi ve bunun değil, müzikal kalitenin önemindeydi herkes.

Sonradan farkettim: Anlamların değil, eğlenmenin peşindeydiler. Ve yakalamış, bırakmıyorlardı. Konser bitene kadar…

Böhmermann’ın Almanya’da sebep olduğu Erdoğan krizi

Böhmermann – Erdoğan davası Alman mahkemesinde


İsviçre Lavaux şarap rotası


 

Editor
Haber Merkezi ▪ İndigo Dergisi, 18 yıldır yayın hayatında olan bağımsız bir medya kuruluşudur. İlkelerinden ödün vermeden tarafsız yayıncılık anlayışı ile çalışmaktadır. Amacı; gidişatı ve tabuları sorgulayarak, kamuoyu oluşturarak farkındalık yaratmaktır. Vizyonu; okuyucularında sosyal sorumluluk bilinci geliştirerek toplumun olumlu yönde değişimine katkıda bulunmaktır. Temel değerleri; dürüst, sağduyulu, barışçıl ve sosyal sorumluluklarının bilincinde olmaktır. İndigo Dergisi, Türkiye’nin saygın İnternet yayınlarından biri olarak; iletişim özgürlüğünü halkın gerçekleri öğrenme hakkı olarak kabul etmekte; Basın Meslek İlkeleri ve Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ne uymayı taahhüt eder. İlaveten İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni benimsemekte ve yayın içeriğinde de bu bildiriyi göz önünde bulundurmaktadır. Buradan hareketle herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin eşitliğine ve özgürlüğüne inanmaktadır. İndigo Dergisi, Türkiye Cumhuriyeti çıkarlarına ters düşen; milli haysiyetimizi ve değerlerimizi karalayan, küçümseyen ya da bunlara zarar verebilecek nitelikte hiçbir yazıya yer vermez. İndigo Dergisi herhangi bir çıkar grubu, örgüt, ideoloji, politik hiçbir oluşumun parçası değildir.