Tarih: 23 Ağustos 1973. Yer: Stockholm. Tarih: 15 Temmuz 2016. Yer: Türkiye. Stockholm Sendromu’nun Türkiye’de yaşanan darbe girişimine uyarlaması…
Tarih 23 Ağustos 1973 saat: 10.03
Jan Erik Olsson, Stockholm’un Normalmstorg semtindeki bir bankaya girer. Jan Eric Olsson bir soyguncudur. Bankaya girer girmez silahını çeker ve elindeki patlayıcıları da havaya kaldırarak “Hepiniz yere yatın parti başlıyor!” diye bağırır ve havaya birkaç el ateş eder. Müşterilerin ve bazı memurların dışarı kaçmasına izin veren soyguncu üç kadın banka çalışanını esir alır.
Polis banka şubesine 3 dakika sonra ulaşır ve içeri giren ilk polis, soyguncunun silahından çıkan kurşunla vurularak yaralanır ve geri döner. Polis 1 saat sonra soyguncuyla iletişime geçerek müzakereye başlar. Soyguncu Jan Erik, yarısı İsveç Kronu diğer yarısı döviz olmak üzere 3 milyon Kron para ile bir spor arabanın yanısıra cezaevindeki arkadaşı, Clarck Olofsson’un da bankaya getirilmesini ister. Paralar ve mahkum dostu Clark da yanında geldikten sonra bankanın önüne gelecek spor araba ve rehineler ile birlikte bankadan ayrılacaklarını polise bildirir.
Saatler öğleden sonrayı gösterdiğinde soyguncunun cezaevindeki arkadaşı Clarck Olofsson polis tarafından bankaya getirilir ve müzakereler bundan sonra Clark üzerinden yürütülmeye başlanır. Akşam olduğunda ise soyguncu Jan Erik’in bir diğer isteği olan spor araba talebine karşılık olarak son model bir Ford Mustang bankanın kapısının önüne yanaştırılır ve 1.5 Milyon İsveç Kronu soyguncuya teslim edilir. Soyguncular 3 kadın banka memuresinden 2’sini bırakmayı polise teklif eder ve polisin bunu kabul etmemesi üzerine bankanın dışındaki kuşatma da kaldırılmaz.
Soyguncular ve rehineler o geceyi beraber bankada geçirirler. Ertesi gün olduğunda polis, rehinelerin yaşayıp yaşamadığını merak eder. Jan Erik, rehineleri uzaktan uzaktan gösterir polislere. Jan’ın hapishaneden gelen arkadaşı ise polisle tekrar müzakere yapmaya başlar. Aynı günün akşamında, hapishaneden gelen arkadaş Clark, polislere, arkadaşının banka şubesini havaya uçurmak istediğini söyler ve biraz sonra bankanın içinden bir patlama sesi gelir. Neyse ki rehinelere bir şey olmamıştır ve Jan sadece bankanın kasalarını patlatmıştır.
Jan Erik o gece müzakereler çerçevesinde Başbakan Olof Palme ile görüşür. Telefondan banka çevresindeki kuşatmanın kalkmasını ve rahatça kaçabilmelerini Olof Palme’den talep eder. Ve işlerin tuhaflaşmaya başladığı olay örgüsü de tam bu sırada başlar. Rehine kadınlardan biri Başbakan Olof Palme’ye telefonda yalvarır. Hem de ne için biliyor musunuz?
Soyguncuların rahatça kaçabilmeleri için.
Rehine kadının önceliği kendi can güvenliği olmaktan çıkıp, kendisini rehin alan “soyguncuların” güvenliği olmuştur. Telefonda hiçbir şey konuşmama isteği ya da baskı altında olduğunu belirtme gibi bir izlenimi de yoktur. Can-ı gönülden istediği tek şey “kendisini rehin alan, kendi hürriyetini kısıtlayan adamların güvenliği” olmuştur.
Başbakan Olof Palme kabul etmez ve kadına yardımcı olamayacağını, gerekirse memurelerin bankadan güvenle çıkması ve kendisinin rehin alınmasını soygunculara beyan eder.
Olof Palme’den istediğini koparamayan soyguncu, Dagens Nyheter gazetesini arar ve bir mülakat verir. Olaydan bir gün sonra, bankanın önündeki meraklı kalabalık, Dagens Nyheter gazetesindeki mülakatı okur ve halkta da soygunculara karşı bir sempati gelişmeye başlar. “Gazeteyi okuyan meraklı kalabalık” soyguncuların rehinelerle birlikte kaçmasının bir problem olmadığını, soyguncuların rehinelere bir şey yapmayacağını, aksine, polisin bu tutumunun rehineleri risk altına aldığını yüksek sesle dillendirmeye başlar. Halkın tepkisiyle karşılaşan polis, kapıyı soyguncuların ve rehinelerin üzerine kitler ve tavandan açtıkları bir delikle içeriye yemek vermeye başlar.
Soyguncular ve rehineler bekledikleri süre boyunca tavandaki açılan delikten içeriye atılan yemekleri yer ve soyguncular tavandaki delikten polisin içeriye uyuşturucu gaz sıkmasından şüphelenmeye başlayarak rehinelere şiddet uygulamaya başlarlar. Polise, rehinelerden birisinin boynuna ip bağladıklarını ve içeriye uyuşturucu gaz sıkılırsa rehinenin buna bağlı olarak uyuşurken öleceğini deklare ederler.
6 günlük bekleyiş, 28 Ağustos akşamı saat: 21.28’de sonuçlanır. Polis, içeriye gerçekten uyuşturucu gaz püskürtür ve soyguncular silahlarını atarak polise teslim olurlar. Bu uzun bekleyiş ve olayın sonuçlanmasının ardından halktan tepkiler gelmeye devam eder. Polisi acımasız bulan ve müzakereler esnasında rehinelerle “soyguncular” arasında iyi bir diyalog olduğunu öğrenen halk da “soygunculara acımaya” başlar. Ve olay birden “hırsızın hiç mi suçu yok?” boyutuna ulaşır.
Bu garip olay, bundan sonra “Stockholm Sendromu” olarak dünyanın her yerinde anılmaya başlanır. Ve Pop-Psikoloji’nin ilgi çeken bu konusu, dünyada buna benzer karşılaşılan her olayda hatırlanır olur artık.
Yaşanan bu olaydaki sendrom, daha çok kişisel bir boyuttadır (rehineler ve soyguncular arasında). Ben ise sizlere Stockholm Sendromu’na, “Türkiye Entellektüelleri Sınıfı”nın 15 Temmuz’daki duruşu açısından bakarak, olayı biraz daha sosyolojikleştirmek istiyorum.
Cuntacıyı “hırsız”, halkı “polis”, Olof Palme’yi “medya”, meraklı kalabalığı da “entelektüellerimiz” olarak da okuyabilirsiniz.
Tarih 15 Temmuz 2016 saat: 22.00
Cuntacılar, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere insanların üzerinde uçaklar uçurmaya, sonic patlamalar yaratmaya, köprüleri kapatmaya başlayarak büyük bir halka “Hepiniz yere yatın, parti başlıyor!” diye bağırır ve havaya birkaç el ateş eder. Halkın bazısına eve girmesini tebliğ ederler ve sokağa çıkanları öldüreceklerini söyleyerek koca bir ülkede, büyük bir halkı rehin alırlar.
Dışarıda kalan halktan bazısı olay yerine 3 dakika sonra ulaşır ve içeri giren ilk halk kitlesinden bir kısmı cuntacıların silahlarından çıkan kurşunlarla vurularak yaralanırlar, ölürler. Halk 1 saat sonra cuntacıların gönderdiği tanklarla iletişime geçerek müzakereye başlar. Cuntacılar müzakereyi kabul ederler. İstedikleri şey halkın “iradesi”dir! Ama kaçmak için bir Ford Mustang istemezler. Çünkü bilirler ki, iradelerini ele geçirdikten sonra kaçması gereken kişi kendileri değildir, bizzat halkın kendisidir. “Halkın iradesini ele geçirdikten sonra ülkenin artık çok güzel olacağı” yalanını da, bu sırada sürekli tekrar ederler.
Saatler biraz daha ilerledikten sonra cuntacıların istediklerine yeni şeyler eklenir: “Köprüler, havalimanları, ve bilumum vatandaş kurumu bunlardan bazılarıdır. (Bu arada hatırlatmakta fayda görüyorum: Tanklar, cuntacıların hapishaneden eski arkadaşlarıdır). Bundan sonra müzakereler, cuntacıların bir numaralı dostu olan “tanklar” etrafında dönmeye başlar. Cuntacılar; tanklar ve yasakları sokağa hakim kıldıktan sonra güvenli bir şekilde kenara çekileceklerini halktan talep eder ancak “halk kuşatmayı kaldırmaz!”
Nicelik olarak kısa, yaşattığı ıstıraplar açısından bakıldığında uzun süren bir zaman diliminin sonunda cuntacılar yaptıkları rezilliği geniş çevrelere yayabilmek maksadıyla ülkenin önde olası erklerinden “medya” ile bir görüşme yapmak ister. Cuntacılar medyadan, teslim olmayacaklarını ve gözünü “kan” bürümüşlerin kollarına kendilerini bırakmalarını talep eder (silah kullanarak). Medya ise bunun mümkün olmadığını, yaşadığımız çağın böyle bir saçmalığı kaldıramayacağını da bilerek onlara itaat etmeyi ve daha fazla “kan” isteğini geri çevirir.
Medyadan istediğini alamayan cuntacılar, “bağzı medya organları”na yönelir. Güvensizlik ortamının da etkisiyle olsa gerek(!) katillerine boyun eğmiş ve tekrar tekrar yayınlamışlardır “bir kadının kafasına dayatılan silah sebebiyle okumak zorunda olduğu darbe metnini“; 1980’lerin Trend topic’i “yine de şahlanıyor aman kolbaşının yandım da kır atı” misali. Ama neyse ki onları saymıyoruz. Çünkü medya haber verir, boyun eğmez!
Halk iradesini tamamen teslim almadan cuntacıları bırakmak istemez. Haklıdır da halk. Bu iş böyle kolay bitemez.
Tüm bunlar olurken de “meraklı kalabalık” Stockholm’de olduğu gibi olayları, dışarıdan (evden) ve uzaktan uzağa izler.
Cuntacıların medya ile görüşmesi, meraklı kalabalıkta, bu sefer Allah’tan fazla ses getirmez.”Meraklı kalabalıktan” çıkan tek tük sesleri gören halk bunun üzerine cuntacıların kaçış kapısını kapatır ve onları teslim olmaya çağırmaya devam ederler.
Kaybedeceklerini anlayan ve halk tarafından rehin alınan cuntacılar, halka işkence yapmaya başlarlar. Mesela onları ayaklarından vururlar, mesela onları karnından vururlar, mesela onları kafalarından vururlar. Stockholm’de böyle değildi, sadece boğazına ip bağlanmıştı rehinenin boynuna, burada bir dengesizlik var, evet, kabul ediyorum…
İradesini “ne idüğü belli olmayanlara” vermek istemeyen halk, cuntacılara operasyon yapma kararı alır. Çünkü “meraklı kalabalık”tan bazıları, gerçek kan, hem de sıcak sıcak akan ve boğazlarda düğümlenen bir şeyleri alaya almaya başlamıştır. Ama neyse ki, “Meraklı kalabalıksan, meraklı kalabalığını yap, gerisine karışma!” der halk kulaklarına, usulca…
Operasyon başarı ile tamamlanır. Rehine olan halk ve rehine edilmek istenen “irade” başarılı bir şekilde kurtarılır.
Ve tam da bu esnada “meraklı kalabalık” tekrar feryada başlar. “Askeye işkence yapılıyoy!”
Ve bir aklı başında adam da çıkıp da onlara sormaz:
Size hiç ateş açıldı mı? Hedef gözetilerek, yanınızdaki silahsız sivilleri öldürerek…
Biber gazı ya da plastik mermiden bahsetmiyoruz efendim. İnsanların kafalarını kopartabilecek büyüklükteki mermilerden konuşuyoruz Albayım! Lütfen biraz empati, hani o hep konuştuğunuz var ya, işte ondan…
Nereden geliyor bu katil-sevicilik sevgili, “meraklı kalabalık”?
Ama merak etme, ben biliyorum siz sadece “kendinizden” olanlara karşı acıma duygusu gösterebilirsiniz.
Yapmayınız Allanızı severseniz,
Hırsızın hiç mi suçu yok?
Darbeciler halka hesap verecekler! Darbeler; halka karşı işlenmiş suçlardır, araya giren arabuluculara itibar etmeyiniz. Biz halkız, her zaman olmasa da, başkaldırdığımızda mutlaka haklıyız!
**