En büyük düşmanımız ya da en büyük dostumuz

Dünya yalnız bir yer ve ne yaparsan yap o yalnızlığı dolduramazsın. Onunla girdiğin hiçbir savaşı kazanamazsın. Şimdiye dek kimse kazanamamıştır ki. Sen sadece onunla barışabilirsin. Ondan korkmayı bırakabilirsin. Kendi yalnızlığın senin en büyük düşmanın değil, aksine en büyük dostun.

En büyük düşmanımız ya da en büyük dostumuz

En büyük düşmanımız ya da en büyük dostumuz

Dünya yalnız bir yer ve ne yaparsan yap o yalnızlığı dolduramazsın. Ne sen ne bir başkası. İnsanlığın var oluşundan beri başka insanlara ihtiyacı olduğu anlatılır. Milyarlarca yıl önce ilk homininler çıktığında bile topluluk halinde gezerlermiş. Hiç bir zaman yalnız ava çıkmaz ya da yalnız başlarına uyumazlarmış. Ve bu ilk homininlerden modern insan homosapiense kadar böyle devam etmiş. Küçük av gruplarından binlerce kilometrekarelik ülkelere.

İnsan, ilkel ya da modern asla yalnız başına kalmamış. Çünkü insan toplumsal bir varlık(mış). Çünkü insanın hayatta kalabilmek için başka insanlara ihtiyacı var(mış). Elindeki taştan yapılma bıçaklarla korkunç yabani ayılara karşı kendini savunmak zorunda olduğun dönemlerde yanında ‘senden’ bir kaç kişinin olması faydalı olabilir evet.


Peki aynı şeyin 21. yüzyılın göbeği için de geçerli olduğundan nasıl bu kadar eminiz?

Gazeteler ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ve milliyetçilik başlıklarıyla dolu. İnsanlar birbirlerine tahammül edemiyor. İnsanların her geçen gün birbirlerine olan nefreti biraz daha artıyor. Gruplar içinde yaşamamızın gerekliliği doğduğumuz andan beri bize öğretiliyor ama aslında hepimiz içten içe çevremizdeki her bir insanın varlığına karşı, karşı konulmaz bir nefret duyuyoruz. Çünkü en derinde hepimiz çok yalnızız. Yanımıza, yakınımıza kimi alırsak alalım bu değişmiyor. Her yeni tanıştığımız insan da bir kez umutlanıyoruz. “Belki de o acıyı geçirecek olan budur.” diyoruz. Ama her seferinde bir kez daha hayal kırıklığına uğruyoruz. O yalnızlığı hiç kimse geçiremez. İnsan toplumsal değil, insan değişmeyecek bir şekilde yalnız bir varlıktır. Ve insan bu yalnızlığa mahkumdur.

Dünya yalnız bir yer ve ne yaparsan yap o yalnızlığı dolduramazsın.

Onunla girdiğin hiçbir savaşı kazanamazsın. Şimdiye dek kimse kazanamamıştır ki. Sen sadece onunla barışabilirsin. Ondan korkmayı bırakabilirsin. Kendi yalnızlığın senin en büyük düşmanın değil, aksine en büyük dostun. Bu dünyada yalnızca o ve sen varsın. Burada bir parantez açmak zorundayım. Duyarsız ve umursamaz olmaktan bahsetmiyorum. Başka insanların acılarına, toplumsal meselelere ya da dünyada yaşanan haksızlıklara karşı kayıtsız kalmaktan bahsetmiyorum. Günün sonunda, hayatın kaosundan sıyrılıp tüm ışıklar söndüğünde kalanın sadece sen ve yalnızlığın olduğundan bahsediyorum.

O yalnızlık, gün boyu kuşandığın hiçbir maskeye, ördüğün hiçbir duvara ya da ardına saklandığın hiçbir role izin vermez. Karşısında çırılçıplak kalakalırsın. Hiçbir savunma mekanizman olmadan. Gerçekten hiç çekilebilecek biri değil bunu sonuna kadar kabul ediyorum. Uykusuz geçen gecelerimizin, bitmek bilmeyen mide ağrılarımızın ya da aylar süren melankolik halimizin gerçek sorumlusu odur. Kalbimizi sıkıştıran, yolda görsek koşarak uzaklaşacağımız gerçeklerle yüzleştirir bizi. Ve bunların hiçbiri ne kabullenmesi ne de sindirmesi kolay şeyler değildir. Bu yüzden başka kalıplar uydururuz. “Sevgilim bana soğuk davrandı bu yüzden canım sıkkın.” ya da “Annemle kavga ettim keyfim yok.” deriz. Oysa kabul edelim ya da etmeyelim içten içe aklımızı kurcalayan başka şeyler vardır.

Halbuki o yalnızlığa ağzının payının verip sustursak her şey ne kadar da kolay olacak değil mi? Gerçekten öyle mi peki? Gerçekten, gerçekliğimizi görüp onu değiştirmek yerine -mış gibi davranmayı tercih eder miyiz? Kocaman bir yalan balonu içinde yaşamayı seçmeli miyiz? Bu kadar korkak olmamalıyız bence. Evet çok acılı bunu asla inkar etmiyorum. Çok zor, uzun ve sinir bozucu bir yol bunların hepsinin farkındayım. Ama bir kere deneyimlediğimiz şu hayatı olmadığımız biri gibi geçirmek daha acınası değil mi?

Her sabah uyandığımızda  o yataktan başucumuzdan bir maske seçip kalkıyoruz.

Evet hepimiz bunu yapıyoruz. Peki bu hale nasıl geldik? Sahtekarlık insanın doğasında mı var yoksa bu sonradan kazandığımız bir beceri mi? Yeni doğmuş bir bebek rol yapmaz. Çocukken hepimiz tertemiz bireylerdik. Gerçekliğimizle hareket ederdik. Sonra bir gün burnumuzu karıştırdığımız için annemiz elimize vurdu. Ertesi gün misafirlerin yanında düzgün oturmadığımız için nefret dolu bir bakışla karşılaştık. Sonra ilkokul öğretmenimiz sonra bakkal amca sonra Ayşe teyze ve böyle böyle hepimiz toplumla tanışmış olduk. Annemizin karnından çıkıp ilk çığlığımızı attığımız andan itibaren bize nasıl davranmamız, nasıl konuşmamız, neleri nerede ne şekilde yapmamız yani kısacası nasıl bireyler olmamız gerektiği öğretilmeye başlandı.


Zaman geçtikçe bu öğretilenlerin içimizdeki bir şeylerle çeliştiğini hissettik. Ve savaşımız başlamış oldu. Kendi gerçekliğimiz ile toplumun savaşı. Bir insanın doğumhaneden morga kadar götürdüğü tek savaşı budur. Ve hiç de adil işlemez. Çünkü karşı tarafın elinde çok sağlam kozları vardır ve bunları masaya sürmekten de hiç geri durmaz. Dışlanma, aşağılanma, ötekileştirilme, itilip kakılma, hor görülme…

Hiç kimsenin hayatı boyunca karşılaşmak istemediği durumlardır bunlar. Karşı tarafın eli bu kadar güçlüyken üstüne üstlük blöf yapmadığından da eminseniz bir süre sonra onun doğruları sizin de doğrularınız olmaya başlar. Kendinizi hiç annenizin size kurduğu cümleleri çocuğunuza kurarken buldunuz mu? Bingo! Bu sistem böyle işler zaten. Yoksa yıllar boyu aynı şekilde nasıl süregelsin değil mi? Ancak işin kıl tarafı tüm bunlar asla gerçek anlamda sizin doğrularınız haline gelmez. Bilincinizin en derinliklerinde kendinizinkiler hala durmaya devam eder. Onlar öyle kolay kolay yok olan şeyler değildir.

Ara ara yoklar, “Bak ben hala buradayım!” der.

Bu yoklama anlarına karşı anlık baş etme yolları geliştirebilirsiniz ama asla kalıcı olmaz. Hayatınızın bir döneminde mutlaka patlak verecektir. İşte o dönemde çok büyük bir şansa sahipsiniz. Gerçekliğiniz kendine bir güç bulup yükselmiş demektir. Maskelerinizin zayıf bir yönünü bulmuş ve oradan saldırıya geçmiş demektir. Savaşınızın yönünü değiştirebilirsiniz. Barışa doğru bir adım atabilirsiniz. Aksi halde iç huzursuzluğunuz bir ömür boyu sizinle gelir ve asla gerçek anlamda bir mutluluğu yakalayamazsınız.

Şimdi bundan sonrasını anlatabilmek için araya küçük bir hikaye sokmak zorundayım. Hikayenin ana karakteri genç bir kadın. Tüm yaşamını iyi bir insan olmak için uğraşarak geçirmiş bir kadın. Ama bir türlü istediği mutluluğu ve huzuru yakalayamıyormuş. Sürekli nedenini bulamadığı bir acısı varmış. Geceleri durduk yere ağlar, sokakta yürürken bir anda tüm vücudunu iğrenç bir duygu kaplarmış. Bunu yenebilmek için aklına gelen her şeyi denemiş ama değişen hiçbir şey olmamış. Bir gün biri ona aslında düşündüğü kadar iyi bir insan olmadığını, bir sürü yanlış yaptığını söylemiş. Kadın yıkılmış. Günlerce odasından çıkmamış.

Sonra bir sabah kalktığında eline bir defter almış ve şimdiye kadar yaptığı tüm kötü şeyleri yazmaya başlamış. Önemli ya da önemsiz söylediği tüm yalanları, içinden ya da dışından yaptığı tüm kötü yorumları, tüm kırıcı sözleri ve hareketleri, büyük ya da küçük tüm haksızlıkları, tüm bencillikleri. Liste sayfalarca sürmüş. Defteri kapatmış ve kendi kendine şunu söylemiş “Bunlar benim yanlışlarım. Hepsi bana özgü. Hepsi beni ben yapan şeyler. Ben de herkes kadar kötüyüm ve herkes kadar yanlış yapıyorum. Bu listeyi yazmaya devam edeceğim, tek amacım aynı şeyleri ikinci kez yazmamak olacak.”

Yanlış/eksik taraflarımızın başkaları tarafından fark edilmesinden ölesiye korkuyoruz.

Ve sürekli bunları örtbas etmeye çalışıyoruz. Oysa çevremizdeki herkes en az bizim kadar hata yapıyor. En az bizim kadar yalan söylüyor. İnsanlar hata yapar, yalan söyler, yanlış kararlar alır, saçmalar. Bunları maskelerimizle gizleyerek çözemeyiz. Olmamız beklenen insanlarmışız gibi davranarak iyi bireyler olamayız. Önce kendi gerçekliğimizi kabul etmek zorundayız. “Evet ben bunu yanlış yaptım.” diyebilmeliyiz. O yalnızlıkla başka türlü barışmamız imkansız. Sonrası çok daha kolay gelecektir zaten.


Bilmek ile yapmak çok farklı şeyler.

Yeni Türkiye: Ruhunu kaybeden ülke


Deniz Akdeniz
Başkent Üniversitesi Sosyal Psikoloji'de yüksek lisansımı yapıyorum. Boş buldukça aklımı kurcalayan konularla ilgili yazmaya çalışıyorum. Burası benim için sesli düşündüğüm, düşünürken fikirlerimi tekrar tekrar şekillendirdiğim bir alan.