Teknolojik yenilikler ve dijitalleşme hayatlarımızı kolaylaştırıyor, bizi sürekli daha ileriye taşıyor gibi görünüyor. Ancak bu ilerleme gerçekten özgürleştirici mi, yoksa farkında olmadan bizi belirli bir sistemin içine mi hapsediyor? Güncellenmeyen, yükselmeyen, rekabette geride kalan her şey bir noktada değersizleşmeye mahkûm mu?
Black Mirror dizisinin son sezonu, bu soruları yeniden gündeme taşıyor. Teknolojiyle şekillenen dünyamızda, bireyler de artık birer marka gibi konumlanıyor; sürekli gelişmeye, yenilenmeye ve rekabet etmeye zorlanıyor. Peki, modern kapitalizm bizi gerçekten daha iyi bir noktaya mı götürüyor, yoksa sadece sistemin dayattığı bir yükseltme zorunluluğuna mı uyum sağlıyoruz?
Kuşkusuz ki Black Mirror dizisini çoğu kişi bilir. Distopik türde, özetle; yeniliklerin, yeni teknolojilerin toplum üzerindeki etkilerini işleyen popüler bir dizi. Dizinin takipçisi olarak yeni sezonu yakın zamanda izledim ve bugün işleyeceğim konu, yeni sezonun ilk bölümüyle bağlantılı olacak.
“Kapitalizmin başarısı, insanların asla tam anlamıyla tatmin olmamalarını sağlamaktır.” — Richard Dawkins
Akıllı telefonlarımızdan, kolumuzdaki saatlere, yardımcı mutfak aletlerinden, ev temizlik robotlarına, arabalarımızdan bilgisayarlarımıza, hatta kullandığımız gerek mobil, gerek bilgisayar uygulamalarına kadar hepimiz kapital bir sistemin birer parçasıyız. Bu bir tür uyuşturucu etkisi gibidir. Güçlü, istikrarlı, uzun süre etkili ve bağımlılığından kopmanın çokça zor olduğu bir uyuşturucu. Modern dünyada çoğu toplum bu kapital uyuşturucu etkisi altında.
Yeni teknoloji = Güncel kalma zorunluluğu
Artık saatlerimiz, telefonlarımız, arabalarımız, ev araç gereçlerimiz, dijital uygulamalarımız, hepsi belli küresel markalar etrafında dönen, güncel kalmanın tek yolu. Sürekli yenileri, bir üst segmentte yeni modelleri, yeni sürümleri çıkıyor ve modernize toplum anlayışında “modaya ayak uydurmak, yeniye ayak uydurmak” tam da burada devreye giriyor. Basit ama etkili bir sistem. Güncel mi kalmak istiyorsun? Bir üst segmentin daha kapsamlı ve faydalı getirilerinden mi yararlanmak istiyorsun? Yeni olana geç.
Black Mirror: Distopik bir kapitalizm aynası mı?
Şimdi gelelim Black Mirror’den bahsetme sebebimize. Buradan sonrası genel spoiler içerir. Yedinci sezon, birinci bölüm, yani “Common People” ‘da Amanda ve Mike sıradan bir hayat süren evli bir çift. Amanda bir gün fenalaşır ve hastaneye kaldırılır. Bilincini belki de asla tekrar geri kazanamayacak durumdadır. Amanda’nın beyninde ciddi bir tümör tespit edilince, Mike bir tavsiye üzerine onu kurtarmak için son çare olarak “Rivermind” adlı bir teknoloji şirketinin sunduğu deneysel bir hizmete başvurur. Öte yandan bu sistem, Amanda’nın bilincini kopyalayarak onunla iletişimi sürdürmeyi vaat eder. Genel olarak, yine bir Black Mirror klasiği diyebileceğim, distopik bir yenilik ürününün, insan hayatına entegre edilişini ve bunun sonuçlarını görüyoruz. Çokça da suistimal. Neden mi?
Bahsi geçen sistem, sürekli gelişim aşamasında olan bir sistemdir. Fakat buradaki asıl “sistem”, kullanıcıları güncel kalmaları adına teşvik eden, güncel kalmazlar ise, kalmadıkları taktirde demode sistemin fazlalaşan eksileriyle, zorluklarıyla onları yüzleştirmektir.
Kapitalizm ve bitmeyen tatminsizlik
Dizide karakterimiz Amanda zamanla, “plus, premium” gibi üst seviye üyeliklere, yani daha pahalı bir üyeliğe geçmediği sürece, kapsama alanı küçük bir çapta olup, bu kapsama alanının dışına çıktığında bilinci deaktive olacak ve şirketin belirlediği reklamları, ürün tanıtımlarını aralıklı ve rutin olarak bilinçsizce okumak zorunda kalacaktır. Bunu bir nevi, dijital bilincin ticarileştirilmesi ve insan kimliğinin erozyonu olarak da tanımlayabiliriz; bireyin öznel varlığının dahi hizmetleştiği ve pazarlanabilir bir meta haline geldiğini görüyoruz. Tüm bunlar, biraz tanıdık gelmedi mi?
Yükseltme dayatması
Günümüz yüzyılının dijitalleşen dünyasında, bireysel kimlik ve insan ilişkileri giderek artan oranda teknolojik sistemler tarafından şekillendirilmekte. En basitinden, günlük kullandığınız uygulamaları bir gözden geçirin.
Tıpkı Black Mirror örneğindeki gibi, “para ver, reklamlara son ver”, “premium’a geç, avantajlardan yararlan”, “üst modele geç, güncelleme al” hep bir, alttan alttan fiyat yükseltme dayatması söz konusu değil mi? Bu sonsuz kazanç havuzunda, tüketiciden daha fazlasını, daha fazlasını ve daha fazlasını koparma sisteminde, rolümüz nedir? Tatminsiz bırakılıyor, bir üst segmentteki, modeldeki yada sürümdeki daha tatmin edici gösteriliyor, eskisinin demode zorluklarıyla yüzleştiriliyoruz.
Arzulanan kapitalizm: Hep bir sonraki adım var mı?
Bu fenomen, “aspirational capitalism” (arzulanan kapitalizm) kavramıyla örtüşmektedir. Bireyler, çoğu zaman ulaşamayacakları yaşam standartlarını arzulayacak şekilde kültürel olarak biçimlendirilir. Lüks yaşamlar, influencer estetikleri, yeni çıkan teknolojik ürünler, bireyin “eksik” ve “geride kalmış” hissini sürekli olarak pekiştirir.
Bireyler de birer marka mı?
Kapitalist sistem, doğası gereği durağanlığa değil harekete dayanır. Karl Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, sermaye birikimi, sistemin devamı için zorunludur. Ancak 20. yüzyılın sonlarından itibaren bu hareket, bireylerin yaşam pratiklerine kadar sızmış, yalnızca şirketlerin değil, bireylerin de “kendilerini güncellemesi” beklenir hale gelmiştir. Üstelik, sadece ekonomik rekabet değil, kültürel rekabet de bireyler arasında teşvik edilmekte; bu da “sürekli güncellenen benlik” kavramını doğurmaktadır. Kıyafetlerden eğitime, tatil tercihlerinden sosyal medya paylaşımlarına kadar her alanda birey, kendini daha üst bir segmente taşımaya yönlendirilir.
Burada başka bir kavrama da değinmemiz gerek… “Neoliberal kapitalizmin” bireyi, kendi hayatının CEO’su gibidir: Kendini her daim optimize etmek, geliştirmek, büyütmek zorundadır. Bedenini formda tutmak, zihnini eğitmek, CV’sini genişletmek, ilişkilerini stratejik kurmak gibi hedefler, kişisel bir seçim değil, sistematik bir yükümlülük haline gelmiştir. Bu bağlamda “compulsory upgrading”, yalnızca mal ve hizmetler düzeyinde değil, benlik düzeyinde de işler:
“Eğer yükselmiyorsan, düşüyorsun demektir.”
Sonuç: İlerleme özgürlük mü, yükümlülük mü?
Küresel kapitalizmde ilerleme, artık bir tercih değil, varoluşsal bir yükümlülük haline gelmiştir. Sistemin sunduğu seçenekler bireyleri özgürleştirmekten ziyade, onları sistemin ritmine uygun hareket etmeye zorlar. Bu nedenle, “daha fazlası”nı istemek, bireyin doğal arzusu değil; kültürel olarak dayatılmış bir normdur.
Gerçekte “güncel kalmak”, çoğu zaman kendi benliğimizden uzaklaşmak anlamına gelir. Bu bağlamda, toplumsal olarak yeniden düşünülmesi gereken soru şudur:
Yükselmek mi istiyoruz, yoksa sadece düşmemek için mi yükseliyoruz?