“Cehalet” mi, “bilgelik” mi? Tarihte kitap yakma olayları ve sanatın dışlanması

Kitap yakmak…

Tarihin ne yazık ki çoğu döneminde gördüğümüz bir eylemdir kitap yakmak. Görünüşte basit bir fiziksel eylem olsa da ardında çok daha derin ve karanlık gerekçeler barındırır.

kitap yakma olayları

Kitap nedir?

Bilgidir kitap, fikirdir. Yazarının özgün içselliğinin, hayatı anlamlandırma biçiminin, olan şeyleri sorgulama şeklinin, duygularını yaşayış derinliğinin kelimelerle ifade edilmesidir. Bu yüzden de doğası gereği eşsizdir. Bir kitabı elinize alıp, o ilk sayfaları araladığınızda, aynı zamanda o kitabı yazan kişinin de benlik sayfalarında, en mahrem katmanlarında bir gezintiye çıkarsınız. Bambaşka dünyalar, bambaşka yolculuklar… Ünlü Fransız yazar Gustave Flaubert’in çok güzel ve yerinde bir sözü vardır:

“See other skies and seas…” Başka gökyüzleri, başka denizler görmek… Kitap tam da böyle bir şey değil midir?

Fakat ne yazık ki kitaplar, tarih boyunca belirli dönemlerde adeta cadı avcılığına uğrar gibi yakılmıştır. Başkalaştırılan bazen kadınlar, bazense kitaplardır, demek yerindedir o halde, öyle değil mi?

Peki, neden yakılmıştır kitaplar?

  1. İdeolojik sebepler… “Tek doğru, benim doğrum.” Kitap fikirdir dedik. Fikirler ise bazı çevrelerce tehlikelidir – özellikle farklıysa. Örneğin, ideolojik rejimler farklı düşünceleri ortadan kaldırarak bir “hakikat tekelini” inşa etmeye çalışır.
  2. Toplumsal sebepler… Toplumların belleği, kitaplarda saklıdır. Geçmişi yok etmek, halkın kendini sorgulamasını engeller. Bu yüzden, işgalci güçler, fethedilen coğrafyaların yazılı hafızasını yakarak o halkın “kendini” unutmasını amaçlar.
  3. Dini sebepler… “Tek kutsal, tek kelam.” Tarih boyunca birçok kitap, “sapkın”, “dinsiz” yada “şeytani” diye damgalanarak ateşe verilmiştir. Örnek olarak, orta çağ engizisyonları, felsefi ve bilimsel metinleri yakarak kutsal metin dışında bilgiye yaşam hakkı tanımadı. Oysa gerçek inanç, sorgulamaktan korkmaz.
  4. Psikolojik sebepler… Kitap yakmak aynı zamanda psikolojik bir tatmin de olabilir. Bir kitap bazen kişisel korkuların, suçlulukların, karşıt arzuların sembolü haline gelir. Bu korkuların dışsallaştırılması, kitabı yok ederek kişinin kendi içindeki çatışmadan kaçmasıdır.

Bir kitabı yakmak, yalnızca bir nesneyi yok etmek değildir. Bu bir fikre saldırıdır. Bir soruya, bir duyguya, bir yaşama zincir vurma çabasıdır. Fakat unutulmamalı ki, kitaplar yanar, ama fikirler duman olup halkın ciğerine siner. Bu böyledir.

“Bu kitap bizim ideolojimizi tehlikeye atıyor”, “şu kitap insanları dinden uzaklaştırıyor”, “o kitap ahlaksızlığa yönlendiriyor”… Hep böyle başkalaştırmalar görürüz. Temelde bunun sebebi bellidir aslında. Bilgiye karşı, fikre karşı, duyguya karşı hep bir tahammülsüzlük, hep bir kapalılık, hep bir kaygı. Bu kaygı da halihazırda benimsenilmiş sabit bilginin, fikrin, duygunun korunma gereksinimidir. Cahil insan için “farklılık” risktir. Ortadan kaldırılmalıdır. Bu uğurda, ortadan kaldırılacak şey, bazen insan, bazen de kitaptır.

Cehalet, sorgulanamaz olanı sorgulamamak ve başkalarının da sorgulamasının önüne geçmektir…

O halde, bir insan; onurla, gururla, yaşamının sonunda hangisi olmayı yeğlemelidir? Bir cahil mi, bir bilge mi?

Cahil kaotiktir; savaşır, yakar, yok eder. Bilge ise sükuttur; üretir, keşfeder, var eder. Cahilin elinde “tahta” bir silahtır, bilgenin elinde ise bir kalem, bir fırça, bir müzik aleti. 

Cahil erdemden yoksundur, kendi doğruları dışındaki şeyleri kabullenmez, cehaletiyle bağırır, bastırır. Bilge ise erdemlidir, başkalarının “doğrularıyla” – yada dogmalarıyla ilgilenmez; bilgeliği sessizliğinde saklıdır.

Cahil kibirlidir, kısıtlı dünyası karanlıktır ve tek bir ana fikre dayalıdır; “anlamlandıramadığın şeyleri sorgulama, şeytanlaştır”. Bilge ise tüm tevazuluğuyla dünyayı kucaklayandır, yolu aydınlıktır ve hayatı boyunca anlam arayışındadır.

Devam edelim…

Tarihte, cehalet ateşinden nasibini alan yalnızca kitaplar olmamıştır. Sanatın ve düşüncenin kaderi her alanıyla, her dalıyla hep aynı sınavla karşılaşmıştır… Bir kitap, bir tablo, bir müzik, “farklıysa”; ya itaat edecek, ya da yok edilecektir.

Oysa…

Sanat yaşanmışlıktır. Bir ressam, bir yazar, bir müzisyen… Hepsi kendi yaşanmışlığını içselleştirerek notalar, satırlar ve tablolar aracılığıyla, sanatsal bir dışavurumla eserini ortaya koyar. Bu eser, hangi alanda olursa olsun, “yaratıcısının” izlerini taşır.

Gecenin karanlığında yıldızlara bakarken, bir sahilde ayaklarını suya uzatıp denizin kokusunu içine çekerken, uçsuz bucaksız bir tarlada buram buram çiçek kokuları arasında bir ağaç altında yatarken; her biri farklı gökyüzlerinde, farklı topraklarda, farklı denizlerde bulur bu ilhamı ve içselleştirir. Ve acıyı, mutluluğu, özlemi, aşkı, öfkeyi, ihaneti, ölümü ve daha sayısız hissiyatı, duyguyu tatmış kişilerdir bunlar; tüm bunları tamamiyle kendi özgünlüğüyle bir sanata dönüştürürler.

İnsanın kendini ifade ettiği en kadim dildir sanat. Gelgelelim bu dilin özgürlüğü her zaman hoş karşılanmadı. Tarih boyunca ötekileştirmeye, aforoz edilmeye en açık alanlardan biri oldu. Kimi zaman Tanrıya küfür, kimi zaman devlete ihanet, kimi zamansa ahlaka tehdit gerekçeleriyle çeşitli yıkıcı uygulamalara tabii tutuldu. Bu yıkıcı uygulamaları antik çağdan itibaren çeşitli tarihlerde çokça kez görürüz. Bir örnek vereyim:

Floransa, 7 Şubat 1497… Rönesans’ın yükselişte olduğu bir dönemde, Dominiken rahip Girolamo Savonarola, Floransa halkını “ahlaki uyanışa” çağırdı. Ona göre güzellik, çıplaklık, müzik, dans ve hatta bazı felsefi kitaplar insan ruhunu yozlaştırıyordu. “Kibir Ateşi” (Bonfire of the Vanities) adı verilen bu olayda, aynalar, maskeler, müzik aletleri, güzellik ürünleri, edebi eserler, hatta Petrarca ve Boccaccio’nun kitapları bile “günah” sayılarak yakıldı.

“Sanat her rengiyle, her sesiyle, her dizesiyle insanın yaşamı kucaklayış biçimidir.” diyerek yazımın sonuna geliyorum. Ve ben de sizlere kendimden bir not düşüyorum:

Bana göre, insan hayatı boyunca yaşamı iyisiyle, kötüsüyle kana kana yaşamalı. Sürekli ama sürekli, daha fazla, çok daha fazla arayışta olmalı. Acısıyla, mutluluğuyla, kayıplarıyla, kazançlarıyla, yolculuğunda kararlı kalmalı. Bazen bir kitapla, bazen bir müzikle, bazen bir tabloyla, uzaklara açılmalı. Keşfedebileceklerinin sınırına ulaştığı hissiyatına kapılmamalı, yeni dünyalara atılmalı. Yeni hisler, yeni fikirler, yeni bilgiler tatmalı. Bir çiçeğin kokusunu boğazını yakıncaya dek solumalı, bir meyvenin tadını doyuncaya dek çıkarmalı, bir yağmurun altında korkusuzca ıslanmalı. Bir şehrin tarihinde, güzelliklerinde kaybolmalı. Hayal kurmalı, hayallerinin peşinde koşmalı. Geçmişi de, geleceği de kendinden ırak tutmalı. Her anın tadını o anın tekrar yaşanmayacağı duygusuyla çıkarmalı. Hayata farklı pencerelerden bakmalı. Hata da yapmalı, hatalarında kendini bulmalı.

Çapa atmamalı, yelken açmalı. Her zaman ufku, tüm bilinmezliğiyle kucaklamalı. Günün sonunda, harap da olsa, yorulsa da, yaşamının her anından keyif aldığını duyumsamalı. Bu noktada, Hemingway’in The old man and the sea – “Yaşlı adam ve deniz” kitabından yapacağım bir alıntıyla sizlere şimdilik veda ediyorum:

“But man is not made for defeat”, he said. “A man can be destroyed but not defeated.” yani, “Ama insan yenilgi için yaratılmamıştır,” dedi. “Bir insan yok edilebilir ama mağlup edilemez.”


🌐 Bunlar da ilginizi çekebilir: