Yaşamlarına son veren ünlü modernist / postmodernist yazarlar ve intiharlarına dair gerçekler

1900’lerin modernist ya da postmodernist yazar kuşağına baktığımızda, edebi dünyada adeta bir yaprak dökümüne şahit oluruz. Bu kuşak ünlü yazarlarının bir çoğunun sonu, kendi iradelerince yaşamlarını sona erdirmek olmuştur. Bugünkü konumuz, bu çok kıymetli yazarlar ve karanlık dünyaları olacak.

Uyarı: Bu yazı, sansürsüz (+18) ve hassas bir içeriğe sahiptir. Söz konusu konularda (intihar, ölüm, depresyon) bu hassasiyete dayanıklılığı zayıf olanların, rahatsızlık duyacakların okumasını önermiyorum. Bunu da belirterek, yazıma geçiyorum.

Dünyanın ağırlığını en çok taşıyanlar, onu kelimelere dökenlerdir…

İntihar, yalnızca bir ölüm biçimi değil; aynı zamanda varoluşun, dayanıklılığın ve nihayet tükenmişliğin sınırında alınan sessiz bir karardır. Ve bazı yazarlar için, bu karar, onları hayatları boyunca bir gölge gibi peşlerinden takip eden, zaman zaman satır aralarından göz kırpan bir gerçektir…

Sylvia Plath’in 1962 tarihli bir röportajından:

“Şiirlerimin kaynağının doğrudan doğruya yaşadığım duygusal ve duyarlı deneyimler olduğunu düşünüyorum.”


İntiharı bir “tercih” değil, bir “sonuç” olarak görmek gerekir. Sylvia Plath, Virginia Woolf, Yukio Mishima, Ernest Hemingway, Anne Sexton, David Foster Wallace, Sarah Kane… Bu yazarların hiçbiri yazıyı bırakıp ölüme yönelmedi; yazı, onların son sığınağıydı. Yazmak, içe yönelen şiddetin dışavurumu; kelime ise iç sancının en kadim tanığıydı.

Yazmak, ruhun yaralarından damlayan mürekkebin, kağıda dökülmesidir bazen…

Yazmak, en mahrem, en yıllanmış duyguların; acının, ızdırabın, anlamsızlığın ya da yalnızlığın, en içten dışavurumudur bazen…

Yazmak, insan zihninin en karanlık mağaralarında yaşanan kaybolmuşluğun ifadesidir bazen…

Yazmak, içe tutulan bir aynadır bazen… 


Ancak zamanla, kelimeler yetersiz olur. Sözcükler acının hacmini taşıyamadığında, bazıları kendi sessizliklerine gömülmeyi seçer.


Sylvia Plath (1932-1963)

Onun kalemi, içe gömülü volkanik bir acıyı patlatmadan usulca sızdıran bir bıçaktı. Yazarken de dürüsttü; duygularını saklamaz, cilalayıp göstermezdi.

Babasının ölümü – Plath henüz 8 yaşındayken – onda derin bir terk edilme duygusu yaratmıştı. Yanı sıra, eşi Ted Hughes’un sadakatsizliği ve evliliğinin çökmesi, intiharından hemen önceki dönemde ağır bir depresyona girmesine neden olmuştu. 11 Şubat 1963’te, Londra’daki evinde başını fırının içine sokarak intihar etti. O sırada çocukları odalarında uyuyordu; Plath onların zarar görmemesi için mutfak kapısının altına havlu koymuştu.

  • “The silence depressed me. It wasn’t the silence of silence. It was my own silence.” (Sessizlik beni depresyona sokuyordu. Bu sessizlik, sessizliğin kendisi değildi. Kendi sessizliğimdi.) – The Bell Jar

Virginia Woolf (1882-1941)

Yazmak onun için bilinci bir kumaş gibi kesip biçmekti. Dış dünyayı değil, iç dünyanın dalgalanmasını yazardı.

Hayatı boyunca depresyon ve psikotik ataklarla mücadele etti. İkinci dünya savaşında Londra’daki evi bombalandı. Kitaplarının bir kısmı yok oldu. Zihinsel sağlığının tamamen kontrolden çıktığını hissediyordu. 28 Mart 1941’de ceplerine taş doldurarak Ouse Nehri’ne yürüdü ve kendini suya bıraktı.

  • “I feel certain I am going mad again… I shan’t recover this time. I begin to hear voices… I can’t go on spoiling your life any longer.” (Sanırım yeniden delirdiğime eminim… Bu sefer iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım… Hayatını daha fazla mahvedemem.) – Kocası Leonard’a yazdığı son mektup.

Ernest Hemingway (1899-1961)

Buzdağı metaforuyla yüzeyde sade, altındaysa yıkıcı derinlikler barındıran yazım tarzına sahipti. Kelimeleri kısa, cümleleri basit, ama duygusu ağırdı.

Ailesinde intihar geçmişi vardı (babasını da intihar ederek kaybetmişti). Alkol, travmalar (özellikle savaş muhabirliği ve kazalar), fiziksel hastalıklar ve elektrokonvülsif tedavi görmesi, zihinsel çöküşe yol açtı. Yazma yetisinin kaybolduğuna inanıyordu. 2 Temmuz 1961’de Idaho’daki evinde, av tüfeğiyle başına ateş ederek intihar etti.

  • “The world breaks everyone and afterward many are strong at the broken places.” (Dünya herkesi kırar ve sonrasında bazıları kırıldıkları yerlerden daha güçlü hale gelir.) – A Farewell to Arms

Anne Sexton (1928-1974)

Şiirleri bir terapi seansı gibidir; kendine seslenir, kendine itiraf eder. Yazmak onun için gizlenmiş çocukluk yaralarının, bastırılmış kadınlığın, anne olmanın dehşetiyle başa çıkma yöntemiydi.

Şiddetli depresyon ve bipolar bozukluk tanısı konmuştu. Şiirlerinde sıklıkla ölüm, intihar, annelik ve kadınlık üzerine karanlık imgeler kullanırdı. Psikoterapisti, yazmasını teşvik etmişti; ancak yazı bir terapi değil, bir silah haline gelmişti. 4 Ekim 1974’te evinin garajında arabasında motoru çalıştırarak karbonmonoksit zehirlenmesiyle intihar etti.

  • “Suicide is, after all, the opposite of a poem.” (İntihar, nihayetinde bir şiirin tersidir.) – Sylvia Plath ile anılarından

Stefan Zweig (1881-1942)

Yazısı zarif, incelikli ve melankoliktir. Yazmak, onun için tarihe not düşmek, insanı anlamaya çalışmaktı.

Nazilerin Avrupa’yı sarması ve kültürel çöküş, onu derin bir umutsuzluğa itti. Sürgün hayatı ve yersizlik duygusu, ruhsal tükenişine kapı araladı. 22 Şubat 1942’de eşiyle birlikte (Lotte) barbitürat içerek intihar etti. Brezilya’daki evlerinde el ele ölü bulundular.

  • “Of my own free will and with clear mind, I leave life in the firm conviction that it is better to end a life whose intellectual labor has always brought me the purest joy, than to wait for a time when it would have to end in disgrace.” (Kendi özgür irademle ve berrak bir zihinle, hayatımı terk ediyorum; çünkü bana göre en iyisi, zihinsel emeği bana daima en saf sevinci getirmiş bir yaşamı zamanında ve dimdik sonlandırmakbu yaşamın bir gün aşağılanma içinde sona ermesini beklemekten iyidir.) – Orijinal Almanca mektubun aslından bir kısım

Cesare Pavese (1908-1950)

Kelimeler onun için bir sığınak değil, daha çok hapishaneydi. Pavese için yazmak, varoluşsal bir yalnızlıkla yüzleşme biçimiydi.

Umutsuz aşk ilişkileri, yalnızlık ve varoluşsal kaygılarla boğuşuyordu. Siyasi baskılarla kısa süreli hapis cezası almıştı. Günlüğüne sık sık ölümü yazıyordu. 27 Ağustos 1950’de Torino’daki bir otel odasında aşırı dozda uyku hapı alarak intihar etti.

  • “No one ever lacks a good reason for suicide.” (İntihar için iyi bir neden bulamayan hiç kimse yoktur.) – “This Business of Living”

Sarah Kane (1971-1999)

Onun metinleri edebi değil, neredeyse fiziksel olarak acı verici metinlerdir. Duygular, geleneksel yapıya hapsolmaz; fışkırır, dağılır, parçalanır.

Şiddetli depresyon geçiriyordu. “4.48 Psychosis” adlı oyunu, adını intihar düşüncelerinin en yoğun olduğu sabah saatinden alır. 20 Şubat 1999’da Londra’daki hastanenin banyosunda kendini asarak intihar etti.

  • “At 4.48, when sanity visits for one hour and twelve minutes I am in my right mind.” (Saat 4.48’de, akıl sağlığım beni ziyaret eder. Bir saat on iki dakika boyunca aklım yerindedir.) – 4.48 Psychosis

Bu isimlerin ve daha bir çoğunun her biri, intiharlarını bireysel bir zayıflık değil, yaşadıkları çağla, toplumla, dille ve bedenle olan ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak yaşadılar. Onlar için yazmak, yaşamla ölüm arasındaki son çizgiydi. Ve o çizgi her seferinde biraz daha inceldi.

Yazının özünde, bir tür direnç vardır. Ancak aynı zamanda, yazı, bir tür yalnızlıktır da. Çünkü yazarken insan en çok kendine bakar. Ve eğer o bakışın derinliği dayanılmazsa, insan kendi içine düşebilir. Sylvia Plath’ın “Dying is an art, like everything else” dizesi, ölümle yaşamın, sanatla çöküşün iç içe geçtiği o boğucu sınırı simgeler.


İnsan olmanın doğası gereği hayatlarımız, yaşanmışlık kaynaklı belli duygular etrafında şekillenir. Yaşanılan travmalar, kötü olarak tanımlayabileceğimiz olaylar, yalnızlıkla geçen zamanlar, bu duyguların nihai kaynağıdır; ve bir tür tetikleyicidir de aynı zamanda tüm bunlar. İnsan zihninin ışıktan yoksun, karanlık katmanlarında uykuda olan şeytanlar, bu duygularla uykularından uyanırlar.

Bazen, içindeki şeytanlarla yüzleşmek kaçınılmazdır… 

Ben bunu, İngilizcedeki “şeytanlarınla yüzleş” gibi bir anlama sahip olan “Confront the demons” ifadesi ile bağdaştırıyorum. Ve işte, bir noktada bazen yüzleşmek; içinden çıkılamayan, çözümsüz gibi gözüken bu duygu şeytanlarını kabullenmek, bazense vazgeçmektir.


İntiharla hayatı sonlanan bu yazarlar, acının, melankolinin, aklın dağılmasının edebi formlarını inşa ettiler. Her biri yazarken hem kendini hem dünyayı anlamaya çalıştı. Kimisi başardı, kimisi, yazarken kendi karanlığında kayboldu. Eserleriyse günümüze dek, onların dünyalarını anlamamızda yolumuza ışık tuttu.

Bugün hala onların kelimeleri bizimle… Sessizliklerine rağmen konuşuyorlar.


🌐 Bunlar da ilginizi çekebilir: