Herkesin duası kavgasız, bağırtısız bir gecedir. Yenilmemiş bir tokat, annenin gözleri ağlamadan gelecek bir sabah en büyük beklentidir. Okuldaki sıra arkadaşı babasının kendisini sabah öpmeden gittiğinden şikayetçiyken, bu babanın çocuğu dün gece dayak yemediğinden dolayı minnettardır babasına.
Fukara bir baba olmak
Fukara bir baba olmak çocuğunun, İbrahim Sadri’nin Kırmızı Araba şiirindeki ifadesiyle Cevahir’inin, gözündeki özlemlere, isteklere yetişememek ve her yetişemediğinde bir kez daha tükenmektir.
Bazı fukara babalar kaderine isyan eder. Yaşadığı sıkıntıların acısını bütünüyle ailesinden çıkarır. Onun gözünde herkes, her şey onu daraltmak, boğmak için vardır. Ve her daraldığında da daraltır ailesini. Babanın öfkeli olduğu gün evde bir mezar sessizliği vardır. Bir çıt çıksa kıyametin kopacağını bilen zavallı anne, çocukları ve varsa evin yaşlıları tedirgin şekilde beklerler.
Bazı fukara babalarsa ailesine karşı kendini hep mahcup hisseder. Çocuğunun delik ayakkabısını görünce daha bir kuvvetli asılır cigaraya. Yarın nereden para bulacağım endişesi uyku getirmez gözlere. Uyku geldiğinde de bir daha uyanası gelmez. Hani derler ya güne olumlu başlayın falan diye. Bunlar onun gözünde fasa fisodur. Sen iş nerede onu söyle ona, çocuklarının okul kıyafetini hayrına alacak hayırsever nerede?
Yarından ümidin olmadığı, dünden de borçların kaldığı bir bugünü yaşamaktadır. Tek bir beklentisi çocuklarının rahat ettiği günleri görmektir. Bunun için koca dünyayı sırtında gezdirmeye hazırdır.
Fukara bir çocuk olmak
Komşudaki, okuldaki, akrabadaki, otobüsteki yaşıtlarının sende olmayan eşyalarına, oyuncaklarına bakmak; geceleri rüyanda istediklerine kavuştuğunu görmek, sabah uyandığında bir kez daha gerçeklerle yüzleşmektir.
Fukara çocuğu olmak ya kabul etmektir ya da hayal etmek. Kabul edenler yakın zamanda daha güçlü, daha dayanıklıdır. Daha aldırmazdır. Ensesine yedi mi tokadı ağlar, acısı geçti mi aynen devam… Büyüdüğünde de tokadı patlatan babadan çok farkı olmaz. Allah kısmet eder de bir işi falan olursa kebap, olmassa Müslüm babaya devam.
Hayal kuranlar ise daha isyancıdır. Ancak bu isyan bazen sesli, bazen de sessizdir. Dışından; “Tamam baba, tamam anne” dese de, içinden bütün hakaretleri yağdırır. Yediği tokadın hayallerine de daha doğrusu kendine biçmiş olduğu yüksek unvanlara, mevkilere de vurulduğunu düşünür. Bir gün hayallerine ulaşabilirse küçükken ona çok kızan babasının gururlanacağını düşünür. Tabii ki hayallerine ulaşabilirse. Ya ulaşamazsa? Kabul etmeye başlar hayatın zorluğunu, daha fazlasına kavuşamayacağını. Hayallerini eskiyen ceplerinde taşır ve muradı gözünde kalmış vaziyette yaşamaya devam eder.
Nereden çıktı bu fukara konusu?
Fukaralık, garibanlık insanımıza çok uzak kavramlar değil. Kıtlık yılları, ekonomik bunalım, soğuk ve sıcak savaş dönemleri en fazla gariban insanımızı vurmaktadır. TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de nüfusun % 16.1’i halen yoksulluk sınırının altındadır. O nedenle geçmişten günümüze şiirlerimizi, romanlarımızı, filmlerimizi, türkülerimizi kısaca edebiyatımızı ve sanatımızı da her zaman etkisi altında bırakmıştır. Garibanlığın felsefesini Sultan Makamı dizisinde Senarist Ali Ulvi Hünkar ne güzel anlatmıştı:
“Denize bak oğlum, martıları seyret, yırtıkla sökükle yorma kafanı. Kendi üstümüze titremekten yorgunuz biz, Kaybolsak ne olacak ki, güneş doğmaktan vaz mı geçecek?”
Yine barak havalarıyla ünlü Gaziantep, Adana yörelerinde bilinen bir sanatçı olan Halit Arapoğlu’nun Fukara isimli uzun havası, ekonomik sıkıntıların, hayatın türlü zorluklarının, insanların gözünde değersiz olmanın kısaca sosyo-ekonomik bunalımın fukaraların üzerinde nasıl bir etki bıraktığını anlatmaktadır:
“Parası yok kimse bakmaz yüzüne, İtibar etmez doğru sözüne, aman gine koskoca dünya dar görünür gözüne… Aman hacım böyle garibanın halleri, ömür biter varlık görmez elleri, her mecliste kısa olur dilleri…”
Fakirliğin, garibanlığın, yoksulluğun insana verdiği sıkıntılar anlatmakla bitmez. Örnekleri çoğaltıp daha farklı manzaralar da betimleyebilirim. Ancak amacım bu zorlukları yaşayan insanlara acınması değil onların daha iyi anlaşılmasıdır.
Öyle bazı filmlerde olduğu gibi fakir ama mutluyu oynamak o kadar da kolay değil. Her fakiri zengin etmek mümkün olmayabilir ancak onları anlamak ve anladığını hissettirebilmek kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayacak ve hayata tutunmalarında manevi bir destek olacaktır. Çok sevdiğim bir atasözü; “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.”
Yazdığımı okuyan herkese bu laflar başka dünyalılar için söyleniyor yerine bana da bir mesaj var dedirtmek isterim. Herkese göndermek istediğim mesajsa fakir, dertli bir insanla karşılaştığınızda ona para verin, yardım edin değil, en azından onu gerçekten dinleyin, anlamaya çalışın.
Hele bir de kimsenin dinlemediği, düşüncelerini önemsemediği biri ise anlat anlat bitiremez. Yeter ki senin onu gerçekten anlamak için dinlediğine inansın. Vereceğiniz dönütlerle ona değerli olduğunu hissettirmeye çalışın. Bu onun beş dakika sonra yanınızdan ayrıldığında gözleri büyümüş, yüreği genişlemiş, ayakları koşmak ister şekilde gitmesini sağlayacaktır. Hastaneler de, otobüslerde, toplum halinde bulunduğumuz her yerde kıyafetine, konuşma şekline bakıp da insanları hor görmemeliyiz.
Yaptığımız işlerde insanların kürküne göre ayrım yapmak büyük haksızlıktır ve en çok karşılaşılan bir durumdur. Adamın varsa yukarılarda tanıdığı, gitti mi bir devlet dairesine beş dakikada hallederler işini. Sıra beklemek garibanın işidir. Özellikle büyük şehirlerde hastane işleri çok yoğundur.
Hastaneye gittiğinizde tanıyorsanız başhekimi, ya da tanıyan bir dayınız varsa yukarılarda doktorlar, durum şöyledir böyledir diye güzel güzel anlatır üstüne bir de selam gönderir yukarılardaki dayınıza. Garibansanız zoraki bakar işinize, ”şu iş bitse de kurtulsam şu adamdan” der içinden. Tabii ki bütün doktorlar böyledir demiyorum ama bu tarz örnekler de hiç azımsanacak gibi değil.
Öğretmenlere de çok iş düşmektedir. İlkokula başlayan fakir bir çocuğun aşırı yaramaz olması ya da aşırı çekingen olmasına kızmadan, bundan bir şey olmaz demeden önce onun nasıl bir ortamda büyüdüğünü unutmamak gerekir.
Öğretmen belki de onun için son çaredir. Ona değer verecek, ondaki potansiyeli ortaya çıkarabilecek son kişi. Ancak bunun için öğretmenin sevgiyle donanmış olması ve sabır nimetine nail olması gerekir.
Tabii ki bunların yanında yeterli pedagojik formasyon ve psikoloji bilgisi de gerekecektir ancak ana kaynaklar sevgi ve sabırdır. Öğretmen aynı zamanda onu yıkacak son kişi de olabilir. Sabırsız, sevgisiz insan psikolojisinden bihaber olan bir öğretmen; bırakın potansiyeli ortaya çıkarmayı, o potansiyeli bir daha çıkamamak üzere derinlere gömecektir.
Burada öğretmenin yetiştirilmesi ve geliştirilmesinin de ne kadar hassas bir konu olduğu ortaya çıkmaktadır ancak o başka bir yazının konusu.
Goethe’nin sözüyle ve Abdurrahim Karakoç’un İsyanlı Sükut şiiri ile bitirmek isterim.
Bir insana olduğu gibi davranırsanız o zaman olduğu gibi kalır. Bir insana olabileceği gibi davranırsanız o zaman olabileceği gibi olacaktır. — Goethe
İsyanlı Sükût
‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
‘Şey’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı…
Bir baktı konağa alttan yukarı
‘Vay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Açtı tabakasın, sigara sardı
Daldı.. neden sonra garsonu gördü
‘Çay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi, masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
‘Say’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evime döktüler ateş
Sordum: ”memleketin neresi gardaş?”
‘Köy’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
‘Oy’ dedi, yutkundu, eğdi başını.
Abdurrahim Karakoç