Bir insanın hiçbir şeyinden her şeyi olmaya terfi etmek zaman ve efor gerektirirken, tersi tek gecede nasıl mümkün oluyor? Ve sen Safinaz, ayrılığımızın ikinci gününde, tazelediğin makyajınla alışverişe nasıl çıkabiliyorsun?
Yazının 1. bölümünü okumak için tıklayınız
Pek kıymetli eski sevgilim Safinaz,
Son zamanlarda Pavlov’un köpeği gibi hissediyorum. Telefonum her çaldığında ya da kapım tıklandığında, senin geldiğini zannederek endorfin salgılıyorum. Fakat kapıdaki, genelde aidat isteyen apartman görevlisi ya da bekar olduğum için vebalıymışım gibi davranan ve belki de son arzum olarak gördüğü etli nohudu getiren, alt komşum Güvercin teyze oluyor. Ayrıca en sevdiğim klasiklerinden biri olan Sefiller’deki sefil, Tutunamayanlar’daki tutunamayan ve Erken Kaybedenler’deki erken kaybeden gibi de hissediyorum. Ve tüm bu manasız metaforların içinde en çok Pavlov’un köpeği olmak hoşuma gidiyor. Çünkü sen köpeklere bayılırsın. Mahalledeki her sarı köpeği Golden zannettiğinden yere çöküp sevmeye kalkarsın. Zamanında saçımı okşadığın gibi, şefkatle.
İlişkilerdeki en yaygın hatayı yapıp hayatımın odağına koymuştum seni. Alman sosyolog Habermas toplumun aydınlanması için kamusal alanların zaruretinden bahsederken, kahvehanelere gitmeyi dahi bırakmıştım. Kamusal alanım senin yanındı artık. Sıra dışı sandığım politik fikirlerimi ve kültürel tespitlerimi yalnızca seninle paylaşıyordum. Çiftleşmeye hazır bir Hint ineği kadar huzurluydum. Fakat en başından beri, minyatür kamusal alanımız tatmin etmedi seni. Sen balta girmiş ormanları, doğal kaynakları tükenmiş cenabet kıtaları dolaşmak, yolculuklara çıkmak istiyordun. Bu arzunu gidermek için kredi kartlarımı aşındırıyordum bense. Uçak bileti almaktan dimağım kurumuştu ama umurumda değildi.
Hatırlamazsın ama bir sabah sürpriz yaparak seni götürdüğüm Kleopatra kumsalında, belki para eder diye kum doldurmuştum ceplerime. Çok değerli kummuş güya, koleksiyoncusuna iyi fiyata satılırmış. Veledin birine güvenliği oyalamasını söylerken sergilediğim tuhaf davranışlar dikkatini çekmişti. “Niçin benimle yüzmüyorsun? Yoksa Alman kadınları mı kesiyorsun?” diye kızdığın vakit, ceplerimin ağırlığından neredeyse şortum düşecekti. Ama sen halden anlamazsın ilgi arsızı, empati yoksunu Safinaz! Akşama kadar ayrılmak istemediğin o pahalı kumsalın ismi niçin Kleopatra, biliyor musun? Çünkü Kleopatra dokuz dili akıcı konuşan bir kraliçeydi. Peki sen kaç dil konuşabiliyorsun? Gönül dilinde yeterliliğin var mı mesela?
Terk edişinin ikinci ayında icra memurları dayandı kapıma. Kararlıydılar, Holosko artı bir miktar nakit vermezsem beyaz eşyalarımı götüreceklerini söylediler. Sorun etmedim, zaten hepsinin modası geçmişti. Sosyolog Simmel, “modanın zafer anı, aynı zamanda ölüm anıdır” der. Söz gelimi geyikli taytlar burjuvadan alt tabakaya kadar ulaştığında, gözden düşmüştür. Moda daima devrim yapmalıdır ki üst sınıf kendini özel hissetsin. Bok rengi kravatlı icra memurları tüm demode eşyalarımı götürürken, Simmel’in tespitini yeniden düşündüm. Ne kadar haklıydı. Ben de bir beyaz eşyaydım aslında. Ve beni elde ettiğin o duygusal an, aynı zamanda ölüm anımdı ki modası geçmiş bir adamdım artık. Peki söyle aşk faşisti, gülünce cenazeye benzeyen o herifin modası ne zaman geçecek? Takriben kaç mevsimde çıkar insanların üst modelleri? Peki benim üst modelim de tam çubuk çekecek mi bitmeyen dertlerini?
Terk edişinin üçüncü ayında hayatımı sorgulamaya, nasıl bir erkek olduğumu düşünmeye başladım. Kitaplardan birinde Alman filozof Schmeider erkeklerin avcı ve toplayıcı olmak üzere ikiye ayrıldığını söylüyordu. Avcılar, kadınları bir müddet kovaladıktan sonra kısa süreli ilişkilere ikna edenlermiş. Toplayıcılar ise, avcıların üzdüğü kadınları bulan ve çoğu zaman onlarla evlenenlermiş. Avcı değilim, avlanmayı beceremem. Bardan kadın kaldırmışlığım ya da tek gecelik ilişki yaşamışlığım yoktur. Toplayıcı da sayılmam esasında ki ağaçtan düşmüş bir meyve olduğunu kabul etmeyecek kadar mağrursun. O halde neyim ben? İlişkiler Damien Rice’ın eşsiz şarkısındaki gibi, “what am I darling?” noktasında tıkanıyor işte. Neyiz biz Safinaz? Bir insanın hiçbir şeyinden her şeyi olmaya terfi etmek zaman ve efor gerektirirken, tersi tek gecede nasıl mümkün oluyor? Ve sen ayrılığımızın ikinci gününde, tazelediğin makyajınla alışverişe nasıl çıkabiliyorsun? Cevap ver diyeceğim ama zat-ı alinden gelecek bir mektuba hazır değilim. Zaten anlamam da yazdıklarını. Kleopatra olsa dokuz dilde cevap verebilirdi ama seninle tek bir ortak lisanımız kalmadı, hepsini tükettik. Bu yüzden okuduktan sonra çöpe atman en doğrusu.
Beni artık sevmediğini, modamın geçtiğini ve Alman filozoflardan tiksindiğini biliyorum. Bilgisayarımı ellerinden zor kurtardığım icra memurları gittiğinden beri, ben de senden nefret ediyorum. Duvardaki sivrisinek kadar değerin yok gönlümde. Egzoz dumanını, Amerikan Başkanını, ambulans sesini, donmuş yağ lekesini, Ağustos güneşini, karafatmaları, vuvuzela sesini, çöp konteynırlarını, lağım farelerini, İngiliz kraliyet ailesini ve hatta koalisyon özürlü politikacıları bile daha çok seviyorum. Evde eşya kalmadığından yankı yapıyor sesim, tahassür kokan duvarlar dahi ismini zikrediyor, çenemi kapıyorum ama susamıyorum.
Terk edişinin otuz yedinci ayında, barınaktan dişi bir köpek edindim ve ismini Safinaz koydum. Sırf sifonu çekebildiğim ve yemeğimi elle yediğim için ondan, dolaylı olarak senden üstün hissediyorum. İğrenç ismine rağmen iyi anlaşıyoruz ama nedendir bilinmez, her kapı çalındığında Pavlov’un köpeği misali salya akıtmaya başlıyor. Benden evvel kapıya koşup heyecanla bekliyor. Bu özelliğini kimden almış, emin değilim.
İkinci mektubumu sonlandırırken yeni bir havadisi müjdelemek isterim. Sana yazdığım ve hatta yazamadığım bütün mektupları uzun vadede kitaba dönüştürmeyi düşünüyorum, çünkü bir kadını unutmanın en kolay yolu onu edebi esere dönüştürmektir.
Hoşça kal.