Eski model aşklara, tozlu raflara kalkmış arkadaşlıklara hasret duyar hale geldik. Bir çift sözcüğü sözlemeye yüzümüz kızararak çekindiğimiz zamanlardan, o iki sözcüğün çirkin enflasyonundan artık koşarak kaçmak istediğimiz günlere vardık. Ayna karşısında yaptığımız sözel provalardan ve bakış denemelerinden; sessiz kalarak mesajımızı verir, birbirimizin yüzüne bakmaz hale geldik.
“Sen artı ben her şeyiz; sen eksi ben, hiçiz”
Topluma, iletişime, insana ve insana dair her şeye verilen değeri sorgulamaktan artık kendimi alıkoyamıyorum. Ben, anaokulunda oyun grubunda karşımda oturan erkek arkadaşımın gözüne bakınca yüzümün kızardığı bir nesilden geliyorum.
Hiç unutamam, ilkokuldaki sınıf arkadaşımın doğumgününü son anda hatırladığım için, salonumuzun en kıymetli; anneminse göz bebeği olan porselen çiçek buketini gizlice arkadaşıma hediye olarak götürdüğüm günü ve karşılığında annemden işittiğim azarın kekremsi tadını. Arkadaşının gülen gözlerini, annesinden işittiği azara değişmeyen bir nesilden geldim ben.
Arkadaşlık demek, birbirini önemsemek demekti. Bir hatıra defterim vardı, her sayfasında bir sınıf arkadaşımın resimlerinin uhuyla yapıştırılmış olduğu. Maniler vardı, içinde yazılı. Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma, unutursan küserim, gözlerinden öperim idi çoğunun kaleminden düşmeyen. Bir de “Sen artı ben her şeyiz; sen eksi ben, hiçiz” idi felsefemiz. Doğumgünleri kutlardık, ev sahipliğini doğumgünü çocuğunun yaptığı… Etrafa saçtığımız konfetilerle birlikte kahkahalarımızdı birbirimize armağan ettiğimiz…
Ortaokul ve lise yıllarımı hatırlarım, kız ve erkek öğrencilerin ayrı binalarda okuduğu. Kalbini hızla çarptıran çocuğu görebilmek için, bahane olarak erkek tarafına simit almaya giden genç kızlık hallerimizi bilirim. O zamanlar cebimizde taşıdığımız ankesörlü telefon kartını, kız ve erkek taraflarını ayıran kapıyı açmak için yeniden icat ettiğimiz günleri hatırlarım.
Sevdiğimizi söyleyemediğimiz için, içimizde boğmak zorunda kaldığımız aşklar, hala yüzümde inceden inceye bir tebessüm oluşturur. Okul yıllıklarında hoşlandığımız çocuğun resmine bakarak uyuyakaldığımız günleri hatırlarım. Beraberliğin, Kadıköy iskelesinde günün ağıran ışığında vapur iskelesinde başlayıp, Karaköy iskelesine vardığında bittiğini; her sabah başlayıp her akşam üstü bittiğini; her gün yeniden başlayıp, yeniden bittiğini bıkmadan yaşamış bir nesilden geliyorum ben.
Okuldayken içimizi özlem kapladığında, tenefüs olsun diye sabırsızlıkla bekleyip, birbirimize yazdığımız mektupları bilirim ben. Defter sayfalarının kenarlarına beyaz atlı prensin adını yüzlerce kez yazarak, walkmanlerimizin üzerine onun ismini kazıyarak içimizde boğduğumuz ergenliğin temsilcileriydik biz. Birbirimizden tamamen ayrılmak istediğimiz zaman, “arkadaş kalalım” denilen zamanın çocuğuyum ben.
Değerleri yok eden Milenyum
Ah milenyum… Değerlerimizin, inançlarımızın, insanlığın, arkadaşlıkların kırılım noktası Milenyum; erezyonumuzun başlangıcı milenyum. Artık, annemizden korkarak evden alıp götürdüğümüz hediyeler yok, akılda tuttuğumuz doğumgünleri de yok. Kuru bir tebrik mesajı sosyal ağlar üzerinden, hepsi birbirini tekrarlayan cinsten.
Mesajlara kişisel bir özel anlam dahi yüklemekten vazgeçtiğimiz bir çağın insanları olurverdik.
Hatıra defterleri hükmünü yitireli uzun zaman oldu. Artık ‘duvar‘larımız, yeni hatıra defterlerimiz, hatıra olarak kalamayan, ileri yıllara taşınamayan…
Aşklar enflasyonda, aşk nağmeleri yitirdi tüm derinliğini… “Sevgilimi koluma takarım, Bebek’te üç beş tur atarım” oldu yeni aşkların vazgeçilmez sloganı.
İlişkiler, beraberlikle bir günden ertesi güne bitiş rekorlarına imza atarken, “arkadaş” olarak kalmak bir hayal oldu. Ayrılındı mı, düşmanlığın başladığı bir dönemin yetişkinleriyiz biz artık. Neden ayrıldığımızı birbirimizin yüzüne söyleyemeyecek kadar cesaretsiz, ancak sosyal medyadan kısa bir mesaj yazarak durumu özetleyecek kadar cesaretli, fakat karşılığını duymaya bile cesaretimizin olmadığı ve o kişiyi en hızlısından listelerimizde blokladığımız dönemin yetişkinleriyiz biz.
Sevgimizi, cesaret eksikliğimizden, içimizde boğduğumuz çocukluktan, sevgili listemizin içinde boğulduğumuz yetişkinliğimizin mağdurlarıyız biz.
İşimiz düştüğünde birbirimizi aradığımız müptezelliğimizin örnekleriyiz . Kişi olmanın anlamını yitirdiği, sadece statülerin birbiriyle yarış içinde olduğu bu acımasız yalnızlığın içinde kalmış olmak ne acıdır bu uçsuz bucaksız kalabalığın içinde… Her şeyin “normale” dönmesi için, insan olduğumuzu hatırlamak için, aşk için, sevgi için yeni bir milenyum beklemeye ne vaktimiz, ne de sabrımız kaldı artık. İyisi mi yol yakınken, hele ki yarının ne getireceğini bilemezken, sarılalım birbirimize; şayet hayat ne kadar kısa, bilinmez…
İlgili yazılar
Çağla Pınar: Yeni Neslin Eski Zaman Özlemi
Neden Fotoğraf Çekeriz? Anları Ölümsüzleştirmek mi Neden?
Gelmiş Geçmiş En iyi 35 Rock Şarkısı