Ölüm üzerine aykırı düşünceler

Ey ölüm, ne büyük boşluksun içimize sinmeyen. Yüreğimize oturan bir lokmasın boğazdan geçmeyen. Kim kendine kondurabilir ki seni, öyle kasvetli öyle siyahsın ki… Kim içine alıp sarıp sarmalar seni, öyle şirretsin, öyle acı verici bir soğuk rüzgarsın ki senden uzak olmak istiyorum herkes gibi. Ama öbür yandan düşünüyorum seni bazı bazı. Ne kadar da yalnızsın, acaba haksızlığa mı uğratılmışsın?

Acaba bu koca kafalı insanlar kendi sonlarını görmemekten ötürü seni mi cezalandırıyorlar, işte onu bilemiyorum… Sen insanların arasına ayrılık veriyorsun, sevgiyi özlemle değiştiriyorsun. Oysa bilemiyorum olmasa bu ayrılıklar, sever miydi bu kadar çok insanlar birbirini, hiç korkmaksızın uzağa düşer diye öyle? Biz ve yaşam yorucu olmaz mıydı bu dengesiz ve altı üstü bomboş dünyada? Gitmek ne kadar uzağa düşer, kalplerden öte bir yana? Zaten kalbinde olmayan kimse senden benden ayrı mı düşer, kalbinde olan zaten kalbindedir ya. Yoksa bu göz cismini görmeyince, bu kulak sesini işitmeyince, unutur mu bu nankör beyin yanına aldığın, sevip saydığımız o her bir kimseyi? Üzüntümüz geçinceye kadar mıdır ki sevgimizin büyüklüğü…

Ayrılığın burukluğu, yüreğimizin yangını sönüverir mi yılların tozları altında, sevgimiz biter mi elimizden aldıklarına?

Kim sana karşı koyabilir, peki ya kim meydan okuyabilir yaşama ve ahengine? Yaşam ve sen, sen ve yaşam bir elmanın iki yarısı… Koptuğu an ölmeye başlar meyveler dallarından… Ayrı düşünce, çekirdek ve meyveler, çekirdeğin toprağa kavuştuğu an yeni bir fide doğmaya başlar.  Sen olmasan meyve vermez yeni doğan ağaçlar, sen olmasan doğmaz yeni ve taze meyveler. Sen olmasan yaş ağaç kabukları kuruyup da değerlenmez antika tadında…


Ölüm ne bir son ne bir yok oluş, ölüm aslında bir varoluş…

Sen ne bir son durak, ne dönülmez bir liman, sen yalnızca bir ara istasyonsun karadan denizin dibine dalmayı, denizden karaya ayak basmayı, karadan havaya karışmayı, havadan yere inmeyi müjdeleyen. Eğer ki son değilsen niye bu kadar zorsun sen, niye bu kadar kaçılası ve niye bu kadar gaddarsın sen ey siyah prenses? Seni seven değil ama anlayacak bir kişi bile yok mudur şu ölümlü dünyada…

Korkumuz odur ki yalnızlık var bu işin ucunda, sevdiklerimizden ayrılmak var, doyamamak var… Ölümle arkadaşlık kolay olur mu? Ya sevdiklerimizi alırsa yanımızdan… Onları özlemek var, dert var keder var acı var hüzün var, var da var…

Öte yandan denklemin bir ucunda kader var, diğer ucunda da ömür var sınırlı ve bitip tükenmeye, tüketmeye ve yok etmeye meyilli… Bir de ölümsüzlük özlemi var, tüm bilimsel dünyalıların ütopyası… Dünyada bir ölümsüzlük ütopyası, ütopya olarak kalmaya devam edecek, ölüm gerçekliği tek bir canlı varlık yok olmadan kalıncaya kadar.

Dünyanın kendisinin adımları sertleşen ölümü, ölümsüzlük için aslında gözden kaçmış bir sorun olmalı.

Ömrü çok uzun bitkiler var, algler, bakteriler… Peki, tıpkı onlar gibi olumsuz olmayı aklı başında kim ister? Fotosentezle yaşayalım, ya da suyun dibinde donuk bir nokta gibi olalım diye hayal eden aklı evvel kimdir? Yeter ki uzak olsun bu ölüm diye mi bu onursuz ve sorumsuzluk arzusu, yok istemez eksik olsun.

Ölüm bir bilinç değişimidir, bu bilinci edinmek ise gayet korkutucu bir bilgidir…

Sadece bu yönüyle bile ölüm kavramı aslında metafizik açıdan çok değerlidir. Meseleyi ortaya nasıl koymalı? Mesele ölmek değil nasıl ölündüğü müdür? Mesele ölümden öncesi, neler yapıldığı, ne kadar taş üstünde taş bırakılmadan süreksiz mutlulukların yarattığı travmaları ve keder molalarıyla süslü dünyevi huzurun bıraktığı boşluğu dolduramamak mıdır?

Yoksa mesele, ölümden sonrasının getireceği sürprizler midir? Ölüm sonrası için Eski Mısır’daki gibi piramitler dikmek ve içine değerli metalden mutfak eşyaları ve erzak almak mı gereklidir, bir gidip bir daha geri gelen ve oradaki lazım olan ihtiyaçları belirleyip dünyada alışverişe çıkan hiç bir Yaradan’ın kulu görülmüş mü? Hazırlığı nedir bu işin? Nasıl yaşarsam bu ölüm bana geldiğinde gözüm arkada kalmayacak?


Ne olursa başlarına geldiğinde ayrılmanın verdiği istemsiz hüzün haricinde buruk da olsa gülümseyip sevinerek yolcu ederim o yaşamın misafirlerini… Ne olmalı, nasıl olmalı, ne kadar çaba göstermeli ve de ne uğruna? İnsan maddi bir yok oluşa veya son buluşa göre mühim bir hazırlık yapar mı? Tam aksine elindeki vaktini en pragmatik şekilde geçirip heveslerini almaya çalışır değil mi?

Carpe Diem!

Eğer devam eden bir anlam yoksa bu sondan sonra, niye bu kadar isteksiziz mutlu ve sıkıntısız yaşamak konusunda? Söz gelimi, neden yaşlanıyoruz? Hastalıklar neden? Her şeyimizi eksiksizce ve sabırsızca yerine getirme telaşı içinde olmamız, şayet her şey bir gün son bulacaksa, buzdan en muhteşem heykelleri yapmak veya deniz kıyısındaki kumlarla dünyanın en güzel şekillerini çizmek gibi beyhude bir caba olmayacak mı eninde Sonunda? Sona erip kaybolacaksa sahip olduğum bütün neşem, ne şekilde erdiğinin ne önemi var?

Bütün bu soruların ardında yatan bir tek cevap var, ispatsız ve bilimsiz tek bir gerçek var ki o da, ölümün son diye bir şey olmadığı… Hiç kuşkusuz bir boyuttan diğerine atlamak öyle kolay değil ve tek kişilik bir deneyim ki biz işin hep de gidenlerin ardında kalan gözüyle ilgilendik şu ana kadar ve bencilce kendi yalnızlığımıza üzülüp durduk… Giden kişinin akıbetini ise asla düşünmedik, onun yerinde bir saat olmayı bile asla istemedik…

Varsa bir yiğit çıksın meydana, gömülmek isteyen toprağa bir saat için de olsa.

Şüphesiz ancak derin bir ölüm uykusu buna müsamaha etmemizi sağlatırdı, yoksa bunu hissetmeyi istememiz gayet olanaksızdı.

Eğer bir gün gelip de biri sana; “Yeter artık, artık toprağa karışma, karbon döngüsüne katılma zamanın geldi, gir şu böcekli kurtlu mezara da toprakla üstünü örtelim” diyecek olsa, ya oradan tüymen ya da gırtlağına sarılman gerekmekte olduğu çok açık değil mi? Kimse isteyerek yapmayacağına göre, en uygun şifa idi olum buna. Kaldı ki ölen sadece bir beden ise, içindeki ruh ise karbona dönüşmeyeceğinden onun akıbeti çok büyük ihtimalle başka bilinç seviyelerine ulaşmaktır aslında.

Bunu bana dedirten basit bir mantıktır, ötelediğim tüm dogmatik bilgilerin dışında. Ben daha bugüne kadar ruhumu görüp de hissetmiş değilim, ancak, varlığından şüphem yoktur çünkü bitkisel hayata girmiş bir cesetten farkım oldukça çoktur. Bir kere düşünebilir ve düşündüklerimi ifade edebilirim ve varacağım sonuçlarla önce kendi kendimi, sonra başkalarının düşünmesine vesile olabilirim… Ben bunu yapabilirim ve bana buna sahip olduğumu mantığımda ispatlayan tek bir gerçek var, o da ölümün inadına varoluşundaki karşı konulamaz gizem…

Ey ölüm, sen değil bizler suçluyuz aslında!

Onun için diyorum ki ey ölüm, sen değil bizler suçluyuz aslında, seni kötümser algılamayı biz seçtik, çünkü kendi açıklarımızı gizledik, seninle baş başa kalınca, soğuk nefesini sırtımızda duyunca nereye ve nasıl gideceğimizi bilemedik, senden önce nasıl yaşayacağımızı düşünemedik, sen onları yanına aldıktan sonra yalnız kalmaktan çok korktuk, seninle buluşmamaktan da olabildiğince uzak durduk, seni sevemedik çünkü biz bilmediğimiz hiçbir şeyi sevmedik, seni de sevemeyiz…


Oysa sen varken bir anlama geliyor bu sınırlı hayat, sen olmasaydın onun ne ifade ettiğini anlamamız cidden çok zor olacaktı. Bunu görememek  belki geç kalınmış bir bilincin sancısından çekinmek, belki ayrı kalmanın zorluğundan kaçınmaktır, ama eninde sonunda aynı kadere boyun eğecektir canlı olan her şey, fakat mağlup da olmayacaklar, tarladaki basakların rüzgara boyun eğip yemişlerini ona asla vermedikleri gibi.

Nekrofili ve bolca gerilim