Tren: Kimse yok, herkes gitti

Vagonun aynasından görünen apartmanlar ve sonsuz gözlerimi dikerek başımı sallıyorum. Koridorda tren radyosunun sesi duyuluyor. Gürültü patırtıyla giden tren beyaz varlığı ikiye ayırarak ileri gidiyordu.

Tren: Kimse yok, herkes gitti

İstasyona geldiğimde yüksek binalar sisle kaplanmış, “Taşkent” kelimesi şeklindeki neon lambaları donuk sönük ışıldıyordu. Kuzey treninin gideceği anons edilmişti. Geniş meydanda adamlar oradan buraya koşuyor, genç karı koca bavullarını kaldıramadan sürüklüyor, geziye çıkan birçok öğrenci hızlı hızlı adım atarak vagon kapılarına çekiliyorlardı.

Sporcu kıyafetindeki orta yaşlı adam, kebapçının elinden kebaplarını alıverdi ve tren tarafına koştu. Burnuma ateşte pişen etin hoş kokusu geldi. Ağzım sulanarak çenem ağrımaya başladı. Suratımı asarak trenin ön tarafına doğru yürüdüm. Yakasına tren reyi işareti takılmış üniformadaki gözeticiler geciken kalabalığa suratını asarak bakıyorlardı. 5 numaralı vagonun yanında durdum.

Dar bir yerde biletleri kontrol eden kişiye iki elim göğsümde gülümsedim: “Allah aşkına beni de götürün”. O pahalı, şık kıyafetim ve güzel boynuma göz atarak kocaman aynalı kapıya merakla baktı ve “Hadi çabuk çıkın” dedi. Vagonun kırmızı halı döşenmiş koridorları, aynaların yeni perdeleri insana ayrıca huzur ve güven verirdi.


İki numaralı kompartımanda uzun boylu dolgun koca karı ve kendilerine benzeyen tombalak bir çocuk vardı.

Adam sevinerek hemen oturacak yer gösterdi. Kadının yüzünde önce garip bir şaşırma, merak, sonra da soğuk duygunun gölgesi göründü. O aldırış etmediğini göstermek için çocuğunun elbisesini çıkarmaya başladı.

— Hadi gel, – kadın beş altı yaşındaki çocuğun kıpkırmızı yanaklarından öpüyordu.

— Hayır, hayır, giymeyeceğin, bu kızların elbisesi, – diyordu inatla çocuk.

— Tamam hangisini giyeceksin yavrum… İşte bu biniciliyi mi?

— Örümceklisini, – diyordu çocuk zıplayarak. – Örümcek adam.

— Yaa istediğini giysin. Çocuğun canını sıkma, – diye evladının yaramazlığından utanıp söze karıştı şişman babası.

— Hah, örümceklisi kurusun onun, yıkarsam ıslak bir halde de giyer gider. Arkadaşları da çok iyi, duvarda sürünen adamın fotoğrafı işte şu demişler.

— Nereye gidiyorsun bacım, – diye sordu şişman, eşinin pis sözlü olduğundan utanmış gibi yumuşak bir sesle.

— Nukus’a, – dedim konuştuğumda daha çok ağrımakta olan çenemi elimle tutarak.

— Dişiniz mi ağrıyor? – sordu şişman adam şefkatle. Pencerelerden tren tekerleklerinin takır takırı ve spikerin “Taşkent-Nukus” treni birinci yoldan gidiyor” diyen sesi geliyor. Allah’a şükür insanlar kendi yerlerine yerleşince yukarıya çıkacağım. Evet… Genelde…

— Çocuğu tutun, eşyaları yerleştireyim, – dedi şişman adamın karısı ve sandalyede oturan çocuğu kocasının dizine koydu. Bu yabancı kadına gösterilen şefkatin neticesiydi.

— Üşütmüşsünüzdür belki, yoksa dişinizi mi çektirdiniz? – dedi şişman adam.

Vagonun aynasından görünen apartmanlar ve sonsuz gözlerimi dikerek başımı sallıyorum. Koridorda tren radyosunun sesi duyuluyor.

— Börek vaa-r”.

— Sıcak tutmalı. – İişman adam yine ayrıca acıyla uzun, siyah saçlarıma bakıverdi.

— Tutun şunları, – Kadın daha iki büyük bohçayı kocasının dizine koydu.

— Ey yapma, al şu çocuğunu da.

Kıpkırmızı kesilmiş çocuk korkarak ağlamaya başladı.

— E, ne yaptım size?

Kompartıman kapısını yavaşça açarak koridora çıktım. “Ne yaparsan yaptın be”. İki genç kız sahanlık yakınındaki erkeklere yosmalık ediyordu. Yüzümü yansıtan aynaya bakakaldım. Gürültü patırtıyla giden tren beyaz varlığı ikiye ayırarak ileri gidiyordu. Kar kaplamış evler, çatılar, sokaklar geride kalıyordu. Adamlar arabada ve yaya halde akşam yaşayışı kaygısında yürüyorlardı.

Gürültü patırtıyla gitmekte olan tere bir daha bakamazlardı bile, alışmışlardı artık. Biz ise gidiyorduk.

— Hah, kızım niye buradasın? – dedi vagon kapısından giren, yaşı atmışı geçen denetçi Alim.

— Başka boş yer var mı, bayan kocasını kıskanıyor…

— Annesinin evinde kıskansın eşini, burası tren ya…

— Doğru, ama yorul…  – Sözcükleri yarı yamalak söylüyordum. – Biraz dinlen… Bütün vücudum ağrıdan çatlayacak gibiydi.

Alim siyah spor şapkasını çıkararak başını kaşlayıp durdu.

— Anladım, hımmm… Bir bakayım…

Çok geçmeden denetçinin sarkık yüzü göründü. Yine radyo kıtırdadı.

— Gençsin ya… Bilakis canın sıkılmayacak, – diyordu o mırıldanıp.

3 numaralı kompartımanın kapısı açılınca burnuma buram buram parfüm ve yine başka garip kokular geldi. Sağ tarafta başı örtülü iki kız ölü gibi yatıyorlardı. Kapıyı açtığımızı bile bilmediler. Yukarıda saçını sarıya boyamış bir delikanlı kulağına kulaklıkları takmış, ayaklarını oynatarak yatıyordu.

— Hah gençler, gençler… – dedi Alim Ağa baş sallayıp.

— Biraz burada yatabilir miyim? – diyorum diş arasında söylenerek.

— Evet, akşam yemeğine kadar uyuyabilirsiniz… Onlar… – yukarıyı ima ederek gösterdi. – Aşağıyı hoş görmüyorlar.

Gözümü kapattığım anda uyumuşum…

Vagonun tak tuk sesleri bana ninni gibi geldi. Beynimin uyuşuk katlarında acı hayaller yüzüyordu. “Şimdi nereye gidecek? Ebeveyni çoktan vefat etmiş. Küçük kardeşi karısıyla o devleti yılan gibi koruyor. Tek kızkardeşi Gülnare – deli. Gelip gideni de bilmiyor. Erkek kardeşinin tavukları, koyunlarını bakıyor. Artık oraya ebeveyninin hatırası için gidecek. Onun evinde üç gün filan yaşayabilir, belki bir hafta, sonra nereye gidecek? Aslında nereye gidiyor? Kimden kaçıyor?” Yine ıstıraplı hayalleri düşünmek istemiyordu. Hayatında dehşetli olay oldu… Rüyasında, birisi küçük çocuk mu, bilmem, “ah, ah” diyordu. Uyuklamış alemin dibinde sallanmış bir şey ve kendisi yalnız kalmış gibiydi. Yalnızlık ne kadar zor. Ne gerekir her şeye, çocuklara da. Aslında hiç kimse başka birine gerek değilmiş. Bir saniyede hepsinden kurtulsa ne olur? Uzaklarda bir şey takırdıyordu: kulağına bu tıkırtı kapı sesi gibi geliyordu. Ses gittikçe büyüyordu. Karanlık alemlerde kaya kaya gözlerini zor açtı. Kompartımanın kapısı çalınıyordu. Pencereden “…giyol” denen yazı lehzede geçti gitti.

Kapı açılınca bir sürü adam gürültü patırtı yaparak girdi…

— Eyvah, onlar hala doymamışlar, – gruptakiler girip rahatça aşağıdaki boş yerlere yerleştiler. Şu an önümdeki örtülülerden birinin erkek olduğunu farkettim. İkisinin de pantolonu yoktu.

Gençler garip bir şey çiğniyorlardı. Kimisi bira içiyor, başkasının gözleri buraya yanlış girmiş hırsızınki gibi fıldır fıldır ediyordu.

— Киса! Сюда (Kısa, buraya gel), harika bir şey var, – dedi yukarıdaki kumral saçlı veremli hasta gibi zert yüzlü delikanlı.

— Ну хватит (Yeter, artık). Hadi kalk, birşeyler yiyeceğiz.

Selofan poşetin şıkırdaması ve şişelerin birbirine vurulduğu duyuldu. Çok sesli müzik sesi duyuldu. Sarı saçlı kedi gibi aşağıya zıpladı ve dans etmeye başladı. “Ну, ну Хужик давай” (Hadi, Hujik, hadi). Hujik gitgide cezbeleniyor, keçi gibi zıplıyordu. “Кто она такая?” (Kimmiş bu?) “Это. Соседка наша” (Bu bizim komşumuz). “Старуха пассажирка” (İhtiyar yolcu). Şu anda yukarıda biri kahkaha atarak güldü. Ağaç yataklara kadar sarsılıyordu. “Все, опять передозировка” (İşte yine ölçüyü kaçırmış).

— Al, işte iç, yine daktilonun kalitesizinden almışsın, – gözlüklü delikanlı yukarıya çay mı, madenli su mu uzattı.

— Neden böyle cimrisin, aynı şırıngayı ikinci gün kullanıyorsun? Hijyen denen şeyi biliyor musun?

— Özbek psikolojisi.

— Radik, sana ne diyorum, bırak o şıkırga mırıngaları. Bebena söyleyeceğim.

— Отстань а (Bıraksana), aşağıya kanlı şıkırga düştü.

Beynim dönmeye başladı, kompartımanın havası ağırlaştı. “Dur hemen dur, aptal”.

— Ağzına geleni söyleme be!

— Ben annenle akranım. Anneni saymıyor musun? Burada adam var diye biraz düşünsen ne olur?

— Of, çok canımı sıktı böyle öğütler. Ne zaman kurtulacağız bunlardan…

— Evde de, sokakta da aynı şey. “Büyüklerin sözünü ağzında bırakma…onlar haksız olsa bile…”

— Hatta trende de. Мы не думаем только катаемся (Biz hiç düşünmüyoruz sadece geziyoruz).

— Git başımdan, ben dışarıya çıkacağım.

— Tamam, biz sizi tutmuyoruz ki, teyze.

— Нам старухи не нужны (Bize ihtiyar kadın lazım değil).

— Bize parası olan genç kızlar gerek.

— Sizin de evlatlarınız şöyle eziyet etsin.

— У нас дети не будет (Bizim çocuklarımız olmayacak). Ne gerek var anlara? Biz yalnız keyif sürmek istiyoruz.

İçeriden fırlayıp çıkıp birisi kovalıyor gibi koridorun sonuna kadar koşarak gittim…

Soluk soluğa kalmıştım. Kompartımandan güçlü kahkaha sesi duyuldu. Orada gördüğüm şeylere inanamıyordum. Bir rüyada gibiydi bunlar. Tren deve örgücü gibi, ağarmış tepeler, uzak uzaklarda görünen demir kulelerin, rüzgar uçurmuş renksiz diken, selofan poşetlerin yanından dehşetli gürültüyle geçiyordu. “Yeryüzü ne kadar geniş”. Komşu odadan yaşamı iyi olduğu yüzlerinden belli olan, otuzu geçmiş bir yiğit çıktı ve tanıdık birisine rastlamış gibi gülümsedi.

— Siz Sebahat Kelam’siniz değil mi?

Gözlerimi biraz kısıp komşuma bakıyordum. Şu anda ne birisiyle tanışmak, ne konuşmak istiyordum. Dünyadan, hayattan bıkmıştım. Üçüncü kompartımandaki gençler moralimi bozmuşlardı,  onlar tanımadık insanların evlatları olsa da, beni çok sinirlendirmişlerdi. Çeşitli yerlerde seminerler, görüşmelere dalıp gitmişim. Dünya değişmiş.

— Kadın ve erkeklerin psikolojisi konulu kitabınızı okumuştum. Size teşekkür edecektim ve bazı tartışılacak yerleri vardı.

Çenemi tutarak başımı salladım: “Allah aşkına, ne olur, tartışma…”

Tren yavaşlayıp durdu. Vagonların kapısı açılarak denetçinin ince giyinmiş yardımcıları kova alıp aşağıya indiler. Kar kaplamış tepeyi küreyip kömür aldılar. Kömür karın yanında daha da siyah görünüyordu. Birdenbire tren yürümeye başladı, bir baktık ki yardımcılar kalmış! Zavallıların hali ne olacak? Tren yürümedi, denetçi de kalmadı. O bir kova kömürle vagona zıplayıp çıktı. Galiba o bu işini yıllar boyunca yapmış. Çok geçmeden “Darğanata” durağı yavaş yavaş geride kalmaya başladı. Durak karlı sahranın ortasında yerleştiği için orada adamlar görünmüyor, aslında bu durağı niye buraya kurmuşlar diye düşündüm.

Vagon içinde çok önce rahmetli olmuş Atacan Hudayşukurov denen ünlü hafızın şarkısı işitildi…

“Gelmiş ise de bahçelere güz,

Kırçıllaşmışsa saçların biraz,


Kapının önünden geçeceğim bir gün,

Kapının önünden geçeceğim bir gün”

Ya, öyle klasik müzikler sesleniyor burada, diye düşündüm, yavaşça üçüncü numaraya bakarak.

— Peki, yine ne oldu? – diye Alim yüzlerini yaklaştırıp.

— Orada uyumak değil, soluk almak ta imkansız.

— Yine bir yer var, senin gibi kadınlar… Ama orası sana uygun değil. Şimdi durak denetçilerine hizmet ediyorlar.

— Ne hizmeti?

Alim’in çok şey görmüş gözleri sessizce bakakaldı. Yavaş yürüyüp giderken kendi kendisiyle konuşuyor gibi “seni modern kadın” diye düşünmüştüm. “Modern dediğimizde neyi anlıyor, modern olmak bütün ahlak bozukluğuna katılmak mıdır?” Vagonları çekecek elektrikli trenin araç gereçlerinde mıknatıs çok diyorlar. Bu ihtiyar trende çok yürüdüğünden başka organlarıyla birlikte beyni de manyetizlenmiş.

Hala erkek ve kadın ilişkisi hakkındaki cevabımı beklemekte olan komşuma elimi göğsüme koyarak ima ettim…

— Teşekkür ederim.

Çantamdan hemen cep defterimi aldım ve düşünmeye başladım. “Alim ağa, kusura bakmayın. Çok konuşamam. Bir felaket oldu, çenemi ameliyat yaptırdım. Analjezik almışım. Gürültü patırtıya dayanamam. Kendimin de onlarla aynı yaşta iki oğlum var. Onlar da gece gündüz sokakta geziyorlar. Ya onlar da başka bir yerde benim gibi bir bayana saygısızlık edecekler mi, diye korktum. Trene çıktığımda yol parasını cebinize koymuştum. Söylemeye utandım. Kusura bakmayın.

Ben itibarlı, mevkili birisiyim”. Son sözleri pek hoşuma gitmedi, onu sildim. “Mevkili miyim, mevkisiz miyim, ne olsa da trende yolcuyum. O kadar.” Kompartımanda titizlene titizlene Alim’in de canını sıktım galiba, o bir tas doğranmış havucu yardımcısına verip bir şeyleri uzak anlattı. Onu çağırdım ve mektubu verdim. Onun yorgun yüzünde şaşırma göründü, buruşukları da arttı. Yine pencereden o karlı dünyayı gözetlemeye başladım.

Kompartımanda sakince oturup beyaz manzarayı gözetlersen, dışarıda kaç derece soğuk olduğunu düşünmeye başlarsın. Güneşin son ışıklarında birkaç inşaat, demir yol, trafik lambası görünüyor. Evlerin önünde bir türlü uzun giysiler giymiş olan bir erkek ve bayanın gölgesi görünür, sonra gözden kayboluverdi.

Uzak uzaklarda kar fırtınalarının altında “Kanimeh” yazısı zoru zoruna göze çarpıyordu…

Mavi parıltı görünüyor. Su olmalı. Hangi gölmüş acaba? Hiç birisi Aral’ın yerini tutamaz. Allah’ım şöyle yerlerde de insanlar yaşıyor. Yine kulağıma şarkı sesi geldi. “O sever yarimden ayrıldım. Gözleri dildardan ayrıldım”.

— Sen de çok kaprisliymişsin. Şimdi uyumak mümkün olan yere götüreceğim. Ya da seni şu 9.numaraya götürsem mi?

— Kim var orada?

— Yoook, orası sana uygun değil. Önce de söylemiştim bunu.

5 numaralı kapıdan girdiğimizde kompartımanın içi türlü yemeklerin kokusuyla doluydu. Köşede kompartımanı doldurmuş döppili [1] şişman adam yemek sofrası yanında oturuyor, horuldayıp çay içiyor, kıskıyamet olmasına rağmen alnından ter akıyordu. Odada ter ve ilaç kokusu koktuğunu farkettim.

— İşte size uygun yer. Bu insan saygın mollamız. Karısı biraz hasta… Taşkent’ten götürüyor.

Şu anda mollanın ardında yüzleri mum gibi ağarmış ihtiyar kadının yattığını gördüm. Bayanın özerine ince bir çarşaf serilmişti.

— Yengem hastaymış. Neden yorgan almadınız? Ya da bir çarşaf daha vereyim mi? – dedi yollarda çok yürüdüğünden böyle şeylere alışmış Alim cömertlikle ve gönlümdekileri hissetmiş gibi.

— Hadi, buyurun. Köpeğiniz yok mu? – dedi birdenbire molla huzurla çay içerek.

— Ne köpeği? Trende köpeğe ne var?

O ağır kımıldayıp önündeki bir tas kemiği gösterdi. Ben korku ve hayretle hastayı gözetiyordum. Kocası ezmesin tehlikesindeydim…

— Boşuna israf oluyor, – dedi uzun geğirerek.

— Kemikler israf olmasın dersek tüm treni köpekler zaptedeceklerdi. Bu hanımefendi sizinle Nukus’a kadar gidecek.

Molla çayı masanın altına serpti ve şişman ellerini gösterişlice duaya açtı. Güya burada biz yokuz. “Amin, Allahü Ekber”deki “Ekber” kelimesi, Allah aşkına yine geğirme gibi geldi bana.

— Buyurun, oturun… İşte kadınlar için duamı ya da namazımı bozamam. İşte şu elti… Şu köyümüzdeki mollanın karısına “elti” diyorlar. Kısacası o da beşinci oğlumuz Hüseyin’i arabada doğurdu. Sabah namazını okudum, doğum sancısı baladı. Yatsıyı okudum, yine sancı devam ediyor. Nale inlemeye başladı. Sonra kapıyı kapattım, o ise mahsus yapmış gibi yolda doğurdu. Allah’ın farzını eşimin doğum sancısı yüzünden bozamam ya.

Hasta bu sözleri duyuyormuş gibi rahatsız oldu ve boğazının bir yerinden “kıkır kıkır” sesini çıkardı.

— Peki yerleşebilirsin, – dedi Alim bir şeyden hoşlanmamış gibi ve gitti.

— … artık namazı bozacağım dersen, hemen bahane bulunabilir. Benim şöyle adetim var, namaz mı namaz. Elti üstüme çarşaf sermeyin, için yanıyor, diyor.

Şu an bir yerden “tır…rrr” sesi çıktı. Molla “Allah Allah…Allah Allah…”, hangi durakmış burası? Gazlı mı? Değil – Gazlı’ya daha var. “Bacım, ayıp etmeyin, kalın bağırsağımı ameliyat etmişlerdi. Ameliyattan sonra şöyle yel çıkacak olmuş. Birdenbire kımıldarsam çıkar gider. Herkesten tabi utanıyorum. Abdestim de bozuluyor. Bir de şeker hastalığım var, sık sık yemek yemeliyim. Önceden elti iç giyimlerimi her gün yıkıyordu. Artık gücü kalmadı. Gelinlere söylemeye utanırım. Ulema sizin halinizden haber alabilen bir genç kadın gerekir diyor”. Mollanın yüzünde yakışıksız bir tebessüm göründü.

— Siz rahat rahat oturun – dedi utanmış gibi.

İhtiyar kadın kımıldamıyor bile, ölmedi mi diye ona göz atıyorum…

Eğer ölümü yakın değilse de buranın bozuk havasından boğulup öleceği belli. Molla acele etmeden, “estağfurullah”ı tekrar ede ede abdest almaya çıktı. Afal afal oturuyorum.

Sonra kapıyı genişçe açtım, koridordan temiz hava ve müzik sesi giriyor. Omzuna, başına renkli oyuncaklar asmış adam her kompartımana baş sokuyor. “Oyuncak, oyuncaklar…” “Git başımdan oyuncakçı, hayatımız oyuncaktır.” Okurun kocaman vücudu müziği de kesiyorken, ihtiyar kadın taş kesilmiş gibi sallanıyor.

Çabucak üstümü değiştirip yukarıya çıktım. Şişmana acıdığımdan değil, o gece ihtiyarı ezmesin diye korktum. O asla da yukarıya çıkmayacak. Gözlerimi kapattım, vücudum ve çok ağrımakta olan başım bir huzur hissetti. Tüh be… göle ne zaman yetişeceğim? Koridorda “sıcak yemekler var” diyen ses duyuldu. Şu an önümde Adil okurun başı belirdi.

— Yattınız mı?

Aniden göz göze geldik. Sarı gözbebeğinde adamı korkutan bir boşluk vardı. İçimden bir şey koptu. Acele ederek:

— Anneme ne… – ima ederek sessizce yatan karısını gösterdim.

— Evet, elti mi? Bilmem iyiydi. Kendi ayağı ile Taşkent’e geldi. Arif oğlumuzun evine. Oğlum da, geliniz de doktor. Elti Taşkent’e gelmesinden önce köyde iki üç ay hasta olup yatmıştı, – o fısıldayarak sandalyeye oturdu. Zavallı hasta kadının yüzü yine görünmüyordu. – O zaman Arif’i çok özledi. Bana, telefon açıp oğlumu çağır, onu görmeden ölürsem ükteyle giderim dedi. Artık işli güçlü adamı nezle olduğun için mi çağıracaksın… Telefon açmadım. Telefon açsam bile gelemezdi. Yurt dışına gitmiş. Ondan dolayı kendisi şehre gelmişti. Seferden önce soğukta ekmek pişirdiler.

Tavuk kestiler. Üşütmüş herhalde, sonra yattı kaldı…

— Ya oğlunuz?– yine çenemi tuttum.

— Evet, onlar gelen günümüzün ertesi günün ertesine Çimyan’a bir haftalık tatile gittiler. Önceden bilet almışlardı. Elti o gün hastalandı. Gece boyunca ağladı. Yeter, karıcığım, bunlar gözyaşlarına layık değil, dedim. Durmadan ağladı, bayan da… Çok sinirlendiğinden ayakları ağrımaya başladı. Ayaklarını kalorifere dayadı. Gece yarısında gelin geldi: “Kaloriferi tepmeyin” diye tembih etti. Eşim yorganın altından bir söz söyledi: “Taşkent’teki Arif başkaymış”, ıhmmm…

Of, neden böyle geğiriyor bu adam, diye düşündüm. İçinde hava bile kalmamıştır. Her tarafından yel çıkara çıkara…

“Taşkent’teki Arif başkaymış” diye tekrar ettim. Beynimde türlü düşünceler karışıverdi. Pencereye baktım, çoktan karanlık çökmüş, tren kah lambalar çok olan, kah karanlıkta kuş gibi uçuyordu. Neden dünya böyle adaletsiz?

İhtiyar kadının Arif gibi aptal oğlu olmadan, benim gibi kızı olsa ne olurdu? Neden öyle acaba: Ya da benim anne babam vefat etmemişse, Gülnare hasta olmazsa, ne güzel olurdu? Adaletsiz dünya…

Beynimin bazı katları uyumaya başlıyordu. Kocamın metresi…kıvırcık saçları…kavga…çeneme yumruk atılması…kocamın sinirden büyümüş gözleri…Sonra ameliyat. Çenemi diktiklerinden sonraki yirmi bir gün… Oğullarım… Kaçtığım hastanenin kapısı göz önümdeydi.

Aynı hayal ve fikirler uyumuş beynimin katlarını açıp tekrar tekrar giriyordu. Beni terkedin, ey kötü fikirler. Ben uzak yaşayacağım. Uyuklamış gibiyim. Tren durdu. Kompartıman kapısı açılıyor, kapanıyor. İnsanlar inip çıkıyorlar. Koridorda yüksek sesli bir dilenci: “Allah yoluna bir sadaka verin” deyip duruyor. Burada iyi insanlar yok ki herkes kapısı kapanmış kötüler.

Soluk alamıyorum, boğuluyorum. Allah’ın işine bak ki, eşim yetişip “nereye kaçıyorsun, ulan…” diye boğmaya başladı. Kulağıma “kıkır kıkır” sesleri geliyor. Kahve, kahve içeceğim. “Tır…tır…tırrr”. Birdenbire gözlerim açılıverdi. Birazdan trende olduğumu anladım. Loş ışıklıkta ihtiyar kadının yüzü artık sarı renkte görünüyor.

O sanki ölüyormuş gibi titriyor, çok geniş, parlak gözleri bazı bazıda açılıp garip bir fısıltı duyuluyor…

Sandalyenin ortasında yatmış olan mollanın yine hasta yel çıkarmaya başlamış, tren sallanmasına uygun “tırıllama” yükseliyordu. Bence ihtiyar kadına hava yetişmeden boğulup ölüyor.

Kompartıman sıcak olmuş. Bir tas et zehirli dönüp dönüp, zehirli ağuda ihtiyar kadın ikimiz can veriyorduk. Aşağıya indim, güçle kapıyı açtım. Koridordan temiz hava içeriyi doldurdu. Zehirli havaya alışmış ihtiyarın akciğeri gitgide güçlü kıkırdıyordu. Yavaşça başını kaldırıp bir piyale su içirdim, o ise çocuk gibi fısıldayıp yutkunup sakinleşti. Tuvalete zoru zoruna yetiştim. İçimdeki her şey koparak kusuyordum. Bence içimdeki hiç bir organım sağ kalmadı. Her şeyi kusmuştum. “Anneciğim, ah… canım, anne”. Birisi başımı tuttu. Başımı kaldırıp baktım ve Alim’in uyuklayan yüzünü gördüm.

— Ne oldu sana kuzum?

Elimle ima ettim – kokuyor.

— Baktım, kapını da açıp gitmişsin. Zavallı ihtiyar kadın hastaydı, nezle olmazsa iyi olacaktı.

Alim beni koridordaki sandalyeye oturttu.

— Ya seni ne yapayım? Burada sana yer yok yavrum. Hiç bir yer uygun değil.

Alim uykulu gözlerini ovarak, koridora, rüzgarda uçmuş olan perdelere bakarak sallanıp durdu.

— Uyuyorsun yetmez mi… Öyleyse bir saniye – kendisi yattığı kompartıman tarafa hızlı adımla gitti. Pencereler soğuk parlıyordu. Dışarı kapkaranlıktı, ara sıra uzaklarda lamba pırıldıyor geçiyordu. Dünya sallanıyordu.

— Gel, işte burada yatabilirsin. Bir gece bin gece değil. Sabahleyin kendim uyandırırım. Bunlar uyuyorlar, hemen pencerenin perdesini kapatacağım. Her sefer Darganata durağında pencereyi kırıyorlar. Aynen şu pencereyi… Tövbe, tövbe. Burası en son kompartıman olduğu için soğuktur. Sarılıp yatacaksın, işte öyle.

Lambayı açmasan da olur…

Alim şefkatli baba gibi soğuktan titreyen vücudumu ve ayaklarımı çarşafla sardı. Tren durup insanların gürültüsü duyuldu. Başımı kaldırıp baktım, pencereden bir şey görünmüyordu. Sanki belli olmayan durakta durmuştuk. Daha doğrusu şimdi bunların bir önemi yoktu. Ağzım, burnumdan tütün çıkıyordu, başımı çarşafa sardım. “Buradaki insanlar deli olabilir. Böyle soğukta kırılan aynayla mı yürüyor?” Gün boyunca yorulup dinlenecek bir yer bulamadığım için hemen uyuyakaldım.

Şu anda rüya ya da gerçek mi bilmiyorum, kompartımanda biri yürüyor, konuşuyor: “başım, elim, nerede” diyen sözler kulağıma duyulmuş gibi oluyor. Gözlerimi açınca gezinen gölgeler karanlık bağrına kökleşti. Tren güçlü sallanıp fren verdi. Masanın üzerindeki bardak “pat” diye yere düştü.

Gece ya da sabahın erken saatleri olduğu için kompartımanın içi iyi görünmüyordu. Koridor da sükut içindeydi. Işıklarla süslenen “Ravot” yazılı durak geçti gitti. Çok geçmeden yukarıdan birisi elini uzattı üçüncüdeki efkarkeşlerden olabilir, diye of çektim. Bardağı iki saniye elimde tuttum, el sahibi hiç almıyordu. Galiba uyumuş. “Aptallar, neden uyandırdılar beni, artık uyuyamıyorum”. Soğuk gecede titreyip tuvalete gitmeyi tembellikle düşündüm.

— İşte bardağınız ya da su içmeyecek misiniz? – dedim.

Yukarıdakiler ya sarhoş, ya da uyuyorlar. Tren fren yapıp yan tarafa kaymaya başladı. Onu bütün gücümle tutup ittim. O demir kıyafet giymiş gibi sertti. “Hey, hey, düşeceksiniz”. Cevap yok, ölü gibi uyuyorlardı. Vagoncuyu yerine yatırdım ve ışığı açtım. Yukarıdaki iki oturakta ağzı burnu bağlı iki erkek yatıyordu. Zavallılar ameliyat yapmışlardır galiba. Parmaklarıma yapışmış olan kağıt şıtırdayıp sinirimi bozdu. Işığa tuttum. “Saliye Atanazar. 1964. yıl. Aral” diye yazılan ve anlaşılması güç olan mühür basılmıştı.

[1]  Döppi: Özbeklerin milli baş giysisi

Özbekçe’den Dilfuza Şayzakova çevirdi.

Kara dulun gece misafiri


Kendini unutan garip kadın