Ah, ne sıkıntılı, ne buhranlıyız. Ah bu ne korku böyle? Bu ne tedirginlik? Yoksa siz de hayatı araç edinenlerden misiniz? Belki de kendimize her şeyin çok güzel olacağı sözünü vermekten vazgeçmeliyiz?
Hayatımıza bir roman yazarı gibi birkaç farklı noktadan bakmamız gerekir. Kimi zaman tanrısal bir bakış açısıyla, hislerimize kulak vermeli, ne istediğimizi iyi yorumlamalı, içimizden geçen düşünceleri dinlemeli ve geçemeyip hala orada kalan ‘biri’lerine kulak vermeliyiz. Kimi zaman izleyici bir bakış açısıyla, uzaktan bir objektif yalınlığında bakmalı, davranışlarımızı dışarıdan izlemeliyiz.
Kimi zamansa birinci tekil şahıs tarafından gözlerimizi çukurlarına geri takmalıyız. Hayat dediğimiz bir meşgaleyle uğraşırken kim/ne olduğumuzu, kime/neye nasıl davrandığımızı parmak ucu yürüyüşü hassasiyetiyle tartmalıyız.
Ruhumuzu boğan şey başa çıkmayı başaramadığımız duygulardı aslında.
Her zaman orada bir yerde görmeye alışık olduğumuz şeylerin yokluğu hırçınlaştırıyordu bizi. Bunu sağlıksızlık olarak lanse etmek, sağlığı kendi bünyemizin sahip olmadığı özelliklerde aramak yorucuydu. Elimiz kolumuz bağlanıyordu böylece. Kim çıkıp soracaktı, tüm şefkatiyle dokunacaktı? “Neresi ağrıyor, bir çay içelim mi?” diyecekti. Ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecekti. Oysa tüm merhemin sessizliğin içinde olduğunu görmek gerekiyordu. Gürültü delilik demekti. Orada iyileşme değil, bir yaralanma var demekti.
Her zaman orada bir yerde görmeye alışık olduğumuz bir sevginin yokluğu çıldırtıyordu bizi. Kim bilebilirdi kalbin akla oyunlar oynayacağını. Onu öldürüp tüm mirasına konacağını. Ve kim bilebilirdi bu savaşta göz yaşlarının bile bizi yalnız bırakacağını. Eğer yazar “Akmayan her göz yaşı kalbi çürütür” demeseydi hiçbir zaman aklıma düşmeyecekti gözlerimin beni arkamdan vurduğu.
Ah, ne sıkıntılı, ne buhranlıyız. Ah bu ne korku böyle? Bu ne tedirginlik? Yoksa siz de hayatı araç edinenlerden misiniz? Acaba biz de mi öyleyiz? Belki de kendimize her şeyin çok güzel olacağı sözünü vermekten vazgeçmeliyiz? Belli ki bu yalnızca iki insanın hikayesi değil. Belli ki bu, birbirini seven iki insandan birinin diğerine karşı beslediği tüm sağlıksız duyguların sunduğu bir arz. Yani şartlar ne olursa olsun muhtaç olan o birinin, şartlar ne olursa olsun kaybeden o birinin… Yani belli ki sevgiye aşırı misyon yüklemiş birinin hikayesi bu . Ve bu durumda yumruk ısıran diğer binlercesinin…
Sevgiyi öğrenmek diye bir şey var mıydı? Yoksa topu topu acılarından ders mi çıkarmaktı hepsi? Neyi hiçe saymalı, neyi görmezden gelmeliydi? Ne olursa olsun artık anlamalıydı: Ya bir şeyler süregeldiğinden farklı olacaktı ya da kanımızın son damlasına kadar aldanacaktık. Süslenip püslenip kendimizi birbirimize satacaktık ve adına da “Her şey çok güzel gidiyor” diyecektik.