İki gün evvel tepetaklak olduk. Eylül’ün cansız bedeninin bulunduğu yazıyordu. Bir yanımız ağlarken diğer yanımız hep dua etti. İstedik ki Leyla sapasağlam çıksın. İstedik ki dünya tekrar yıkılmasın başımıza. Ama bu olmadı! Daha Eylül’ün acısı dinmeden daha ettiğimiz dualar bitmeden şimdi Leyla’ya mı ağlayacağız?
Ağlamak neyse sorun değil de, artık yürek kaldırmıyor; yitip giden minicik canların ardından yas tutmayı. Yorulduk; sürekli çocukların arkasından ne kadar üzgün olduğumuzu anlatmaktan! Oysa, yetişkin olanın görevi bu mudur? Dua edelim, lanet okuyalım sonra? Sonra hiç bir şey olmuyor! İşte o vakit sorguluyor insan peki bizim yetişkinliğimiz nerede kaldı diye?
Hadi büyük hanımlar, büyük beyler bakın eserinize! Bakın nasıl bir dünya bıraktığınıza… Hepimiz paranoyağız artık! Elimizden gelse cam bir fanusta büyüteceğiz çocukları! Hepimiz delirdik, yitip giden çocuklarla beraber. Önlem diyoruz, koruyun diyoruz ama çözüm “Bağırmayı öğretin, çocuklara!” diyorlar. Peki bu ne işe yarayacak? Mesela Eylül’ün Leyla’nın sesi ulaştı mı size?
Peki şimdi, gerçekten daralmıyor mu yüreğiniz? Gerçekten küfretmiyor musunuz usulsüz? Bir yerde bir çocuk ölürse arş-ı aladan duyulur sesi, sizin bu kadar mı duymaz oldu kulaklarınız! Eylül gitti! Leyla gitti! Şimdi söz verebiliyor musunuz son olacağına?
Herkes çözüm olarak, idamdan bahsediyor. Sanıyoruz ki var olan yasayla çözemeyiz, oysa uygulansa hakkaniyetiyle var olan yetecek bize. Bir dengeye gelse terazi, o zaman çözülecek her şey. Ama eğer küfenin birinde yiten can, diğerinde takım elbise varken, takım elbise ağır gelirse idam gelse ne olur?
Kısacası “adalet” diyorum, efendim. Adalet herkese lazım. Küçük Eylül’e de, küçük Leyla’ya da, sıradan vatandaş bize de, kalem kıran hâkime de, yasa koyucuya da…
Sadece adalet istiyoruz…
Eylül için adalet…
Leyla için adalet….