Nane ile limon buluşunca; limonun keskin olan o ekşiliği yumuşayıveriyor. Despotizm misali tek bir otoriteye sahip o tat kendini parlamentere bırakıyor adeta…
Yüreğimde muğlak bir nefret var. Özümü ve kontrolümü kaybediyorum. Nötrüm bu aralar. Gecenin yaratıkları arasında yaşıyorum. Ama söz veriyorum sabah olmadan önce mektubum bitmiş olacak. Yeni bir yarına karşı dövüşecek gücüm kalmadı çünkü… Sanırım o yarın da asla gelmeyecek…
Yüreğimde muğlak bir nefret var… Nötrüm bu aralar… Geceleri gündüzlerden daha çok sever oldum… Bir kere gündüzleri çok ses oluyor dışarıda… Geceleri ise daha sessiz, daha sakin ve daha ıssız… Ve geceleri daha iyi düşünebiliyorum ve daha iyi anlayabiliyorum ve daha iyi yazabiliyorum ve daha iyi nefret edebiliyorum… Geceleri gündüzlerden daha çok sever oldum bu aralar… Çünkü geceleri ruhumu dinlendirecek kızıl bir ışık oluyor dışarıda…
Neydi nane ile limon olmak?
Neydi nane ile limon olmak bilir misin? Nane, en çok bana yakışıyordu, limonsa en çok sana… Ben nane olmayı tercih etmiştim. Çünkü oldum olası ekşiyi sevmezdim, biliyorsun… Ama ekşiyi sevmemem sen limon olduğun için seni de sevmemem anlamına gelmiyordu…
Çünkü nane ile limon buluşmuştu artık, aynı suyun içindeydi… Nane ile limon buluşunca ne oluyordu peki? Limonun keskin olan o ekşiliği yumuşayıveriyor… Despotizm misali tek bir otoriteye sahip o tat kendini parlamentere bırakıyor adeta…
*
Ne diyor Aristoteles? “Gerçek arkadaşlık iki bedende bir ruhtur.” Nane ile limon olmakta bunu gerektiriyordu işte…
Beni nane seni de limon yapan şey neydi?
Sen ne çok soğuğu severdin ne de çok sıcağı… Ağaçların yaprakları hiç dökülmesin isterdin… Sen turunçgilleri severdin… Sen sarı rengi severdin… Sen güzel kokuları severdin… Sen ekşiyi severdin… Bu yüzden limon olmak en çok sana yakışıyordu ve limon sendin…
Bense senin aksine ılımanlığı sevmezdim. Sıcak olsun isterdim, özellikle de nemli… İnsanı ferahlatan şeyleri severdim… Bu yüzden nane olmak en çok bana yakışıyordu ve nane bendim…
Cana hayat veren suda buluşmuştuk biz!
Cana hayat veren suda buluşmuştuk biz… Nane, limon ve su… En güzel şey değil miydi? Ben senin keskin ekşiliğini sende benim keskin mentolümü hafife indirgiyordun…
*
Geçenlerde tozlu rafları karıştırırken Gandi ile tanıştım. İnsan Hakları Savunucusu Mahatma Gandi. Hindistan’da doğmuş, gerçek ve kötülüğe karşı direniş ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsüymüş. Felsefesine göre ise cesurca çekilen gerçek acılar bir taşın kalbini bile yumuşatabilirmiş! Öyle mi dersin?
Ne diyor biliyor musun? Mutlu olmak istiyorsak; ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü ve ne söylediğimizi sorgulamamız gerekiyormuş… Mutluluğumuz; düşündüklerimizin, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin perde arkasında gizliymiş meğerse… Önce biraz düşündüm. Sonra hak verdim. O günden sonra da mutluluğu başka yerlerde aramanın mantıksız olduğunu anladım diyebilirim aslına bakarsan… Mutlu veya mutsuz olduğunu anlaman için gerçekten neler yaptığını, neler düşündüğünü ve neler söylediğinin harmanlamasını yap, sonuca ulaşacaksın… Bu da benden bir ayrıcalık olsun…
Ben yaptım mı? Evet! İşe yaradı… Önce neler yaptığıma baktım… Sonra neler söylüyorum, ona baktım… En sonsa neler düşündüğüme baktım… İtiraf ediyorum ki! Açıkçası ne düşündüğümü sona bıraktım… Beni en çok korkutan buydu çünkü! Çünkü mutluluğumu sorgulamamın altındaki o belirsizlik, ne düşündüğümü sorgulamamla birlikte kendini suyun üzerine bırakmıştı bile… Sonuç olarak mutlu değilim!
Ne oldu bize? Ayrıldık! Peki, ne olacak şimdi? Sen yine keskin ekşilikte bir limon olarak devam edeceksin bundan sonraki hayatına…
Öyleyse senden nefret edebilirim artık… Benim gibi ekşiliğinin keskinliğini alacak müstakbel bir kocan olur mu? Olabilir belki. Bilmiyorum… Dedim ya ruhum bu aralar muğlak… Belki de benim aksime o da senin gibi ekşiyi sever. O zaman olur musunuz dersin? Olmazsınız! İki limon aynı suyun içinde olmaz. İki limon tek ruh olamaz…
Cana hayat veren su bile farklı iki maddeden oluşuyor be!
Limona nane lazım… Limona ben lazım… Peki ya başka nane olmaz mı? O da olmaz. Olsa da yapamazsın ki… Her şey beni hatırlatır sana, yapamazsın… Ne yapacaksın o zaman? Yapacağın tek şey var…
Sana yazdığım mektupları okuyacaksın. Delireceksin… Ağlamaktan gözlerin küçülecek… Yüreğin büzüşecek… Midene kramplar girecek… Düşünmekten aklını kaybedeceksin… Her gece uykun bölünecek, yatağından sıçrayacaksın… Huzurun kaçacak… Hiç bir şeyden zevk alamayacaksın… Ölmek isteyeceksin ve bunu istediğin halde başaramayacaksın… Gözlerin her an kapıda olacak… Şizofrene bağlayacaksın… Sonra ne olacak? Sonra yavaş yavaş eridiğini göreceksin aynalar karşısında… Kendini tanıyamayacaksın… Kimin gibi? Benim gibi!
Ve pişman olacaksın, dönmek isteyeceksin, her şeyi baştan toparlamaya çalışacaksın… Ama üzgünüm! Aklını çoktan yitirmiş olduğun için neden bu hale geldiğini bile hatırlayamayacaksın… Ve tekrar tekrar ölmek isteyeceksin ve bunu istediğin halde başaramayacaksın. Kimin gibi? Benim gibi!
*
Yüreğimde muğlak bir nefret var… Özümü ve kontrolümü kaybediyorum… Nötrüm bu aralar… Gecenin yaratıkları arasında yaşıyorum… Geceleri gündüzlerden daha çok sever oldum…
Evet, söz verdiğim gibi de sabah olmadan ilk mektubumu bitirdim.
Telaşa, aceleye gerek yok… Mektuplarımı okuman için epey zamanın olacak… Bu ilk mektubumdu… Girişti… Girizgâhtı… Nefretimin fragmanıydı…