Sabahları işe mesainin başlamasından hep on – on beş dakika önce varırım. Sıcak yatak çarşaflarından kopamayanlar için bu maharet sayılabilir ama benim gibi ışıksız gecelerin demi için hiç de zor değil.
Perdeleri ıslatan gözyaşları
On yıl kadar önceydi. Uykusuz geçen bir cuma akşamının ardından her zamanki gibi hastaneye yine erken gelmiştim. Asistanım bile henüz ortalarda yoktu. Mutfaktan gidip çayımı aldım ve odama geçtim. Kapıyı kapatıp camın önündeki masama oturdum. Bir yandan ince belli, cam bardağımdan gecelerimin can dostu demli çayımı yudumlarken diğer yandan dışarıda yağan yağmurun sadece cama akseden yüzüme vuruşunu değil, ruhumu da yıkayışını izliyordum. Ruhu karartan böyle havaların gerçekte zihinleri kalplere bağlayan yolları aydınlattığını fark edeli çok zaman oldu.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum, kapı çaldı. Toparlandım, uzattığım ayağımı sehpadan indirdim. Asistanım muayene için hasta alacağını söyledi; “Alalım” dedim. İçeriye yaklaşık elli yaşlarında, kır saçlı, orta boylu, hafif tıknazca, esmer bir bey ile bakışlarından hayli endişeli olduğunu fark ettiğim daha genç yaşlarda bir kadın girdi. Kadın, sanki sabahı zor etmiş gibiydi. Ayakta karşıladım; “Hoş geldiniz!” dedim; oturmaları için yer gösterdim.
Adam, kadının eşiydi ve oldukça soğukkanlı görünüyordu. Eşinin yüzündeki endişe ve sıkıntıdan onda eser yoktu ya da bilemiyorum; belki de duygularını saklamayı çok iyi beceriyordu. Hastanın şikayetlerini dinledim. Özetle, yirmi yıldır günde bir paket sigara içiyordu ve üç haftadır devam eden ses kısıklığı vardı. Muayeneye koltuğuna oturttum ve muayenesini yaptım.
Ses telleri tertemizdi. Kendimi ses tellerinin üzerinde bir kitle ile karşılaşacağıma o kadar hazırlamıştım ki pırıl pırıl görünce gayri ihtiyari, “Haydi gözünüz aydın, hiçbir şey yok!” deyiverdim. Arkamı döndüm, eşi ile göz göze geldim. Kaybettiği umutlarını kendisine geri veren bu adama şükran dolu gözlerle bakıyordu. Hemen oracıkta boynuma atlayacakmış gibi gözlerimin içindeydi gözleri adeta. Adamın soğukkanlılığında ise en ufak bir değişiklik yoktu.
İçeri girdiğindeki yüzü ile haberi aldığındaki yüzü aynıydı.
Yerime geçip oturur oturmaz birdenbire zihnimde şimşek çaktı ve soldaki ses telini hareketsiz gördüğümü hatırlayıverdim…
Soğukkanlı davranmayıp erken tepki gösterdiğim için de kendi kendime söylendim. Sıklıkla empati yaparım ama yaptığım empatinin mesleğimi etkilemesine pek izin vermem. Meslek hayatımda böyle birkaç nadir olay vardır. Bu da onlardan biriydi. Yaptığım hatayı, “Ses telleriniz temiz ama maalesef soldaki çalışmıyor. Ses kısıklığınızın nedeni o” diyerek toparlamaya çalıştım. Bir akciğer filmi çektirip tekrar yanıma gelmelerini söyledim. Kapıyı açıp dışarı çıktıklarında, “Ne dedi; ne dedi; bir şey var mıymış?” diyen endişeli bir kız çocuğu sesi işitmemle başımı uzatmam bir oldu. Ve kapı aralığından bu sözün sahibinin on – on iki yaşlarında, hafif tombulca, gözlüklü bir kız çocuğu olduğunu fark ettim.
Yarım saat kadar zaman geçti elinde filmle geri geldiler. Akciğer filminde sol akciğeri kaplayan büyük bir kitle vardı ve raporunda “Akciğer Ca?” yazıyordu. Akciğer kitlelerinin ses kısıklığı yapması nadir bir durumdu ama ihtimal dışı değildi. Hastaya ne iş yaptığını sordum. BOTAŞ’ta mühendis olduğunu söyledi. Kendisine akciğerinde bir kitle olduğunu, bu kitlenin sol ses telini çalıştıran sinire bası yaptığı için ses kısıklığı yarattığını, o kitleden biopsi alınıp incelenmesi gerektiğini ama bu işin göğüs hastalıkları uzmanının işi olduğunu anlattım.
Başlangıçta cömertçe verdiğim ümidi gıdım gıdım geri alıyordum.
Kadın ne demek istediğimi anlamış, tüm neşesini kaybetmişti. Eşi ise yine tepkisizce dinliyordu anlattıklarımı. Adeta her şeyi kabullenmiş ya da olacakları biri kulağına önceden fısıldamış gibiydi. Kendilerine durumu özetleyen bir epikriz yazıp, verdim. El sıkıştık, kadın tam kapının önündeyken birden geri dönüp bana; “Hocam, dışarıda kızımız bekliyor. Bu sene SBS’ye girecek. Babasına çok bağlı. Rica etsem ona, sonuçların normal çıktığını söyler misiniz?” dedi. Bir an duraladım, boğazıma bir düğüm oturdu. Sonra yutkundum ve “Elbette” dedim.
Kapıyı açtılar; içeriye yüzünü endişe, korku ve hüznün allak bullak ettiği bir kız çocuğu girdi. Çocuğun o masum gözlerinin içine baka baka annesinin benden söylememi istediği yalanı hiçbir duraksama yapmadan bir çırpıda yüzüne söyleyiverdim. En kolay şeyi yapmıştım aslında. Her söylenilene inanmaya hazır, kolaylıkla kandırılabilecek bir çocuğu mesleğimin verdiği güven hissini kullanarak açıkça kandırmıştım. Çocuk hariç, diğerleri mutsuz olarak yanımdan ayrıldılar. Tanrı bana yardım etmiş, nihayet o gece de uykusuzluğum için bana bir sebep bahşetmişti. Bu iyiliğini (!) asla unutamam.
Aradan yaklaşık üç ay geçti. Bir gün, bir kadın hasta geldi. Basit bir gripal enfeksiyonu vardı. “Hocam, beni hatırladınız mı?” dedi; kendini tanıttı. Hatırlamıştım. O akciğer kanseri şüphesi olan hastamın eşiydi. “Ne oldu; süreç ne aşamada?” dedim. Dördüncü evre akciğer kanseri tanısı koyulduğunu, kemoterapiye başlandığını, şu anda durumunun iyi olduğunu ama seyrin aynı doktorların dediği gibi ilerlediğini, yalancı bir iyilik halinden sonra durumunun kötüleşeceğini bildiğini söyledi.
“Güneş hiç doğmasın istiyorum, günler eksilmesin diye”
Eşinin bile hastalığının seyriyle ilgili vakıf olmadığı bilgilere sahip olmasının kendisini yıprattığını, geceleri odalara kapanıp perdelerin arkasında gizli gizli ağladığını anlattı. “Hocam, güneş hiç doğmasın istiyorum, günler eksilmesin diye.” dedi. Tüylerim diken diken oldu. Göz pınarlarımı dolduran damlalar akmasın, sesimin çatalı fark edilmesin diye hiçbir şey söylemedim. Öylece durup yüzüne baktım. Yağmur taneleri düşmeden önce ötmeyi kesen kuşlar gibiydim.
O, perdelerin arkasında gizli gizli ağlayan, güneşin doğuşuna bile katlanamayan genç kadını bir daha hiç görmedim.