Acı ile haz kavga ediyor, bir taraf kazanmalı ama hangisi? İki duygu, iki ayrı yöne doğru çekiyor benliğimi… Böyle devam ederse parçalanacağım sanki zerrelerime kadar. Toprağa teslim etmek üzereler ellerimi, ayaklarımı, sesimi ve tüm yaşadıklarımı…
Ölüme Teğet
Marmaris… Bir pansiyon odası…
Boğucu sıcak bir gecede yirmi yaşlarında iki genç uyuyor aynı yatakta ve birbirinden binlerce yıl uzakta…
Etraf bir sürü ağaçla çevrili, onlarca kişi omuzları çökük, toprağın üzerinde yürüyor kadınlı erkekli… Pek çoğu tanıdık, şu da kocam, şu yüzü gözü kızarmış kollarına girilip yürütülen de annem. Niye ağlıyorlar ki böyle? Çoğu tanıdık geliyor ama uzun boylu, iri gözlü, karakaşlı bu adam da kim? Tanıyorum onu da… Ama niye bu kadar büyümüş? Erkek kardeşim o, tanıdım şimdi… Bir tek o ağlamıyor kalabalığın içinde. Burası bir mezarlık galiba, kim öldü ki? İşte bir tabut götürüyorlar ağlayarak. Taşınan tabut benim yakınım mı, herkes burada baksana! Sağa sola bakıyorum ama kimin öldüğünü bir türlü anlayamıyorum. Meraktan çıldıracağım şimdi. Hem ben neden böyle bir perdenin arkasında gibiyim? Aramızda bir zar var sanki görülmeyen… Sinema izler gibi izliyorum onları? Renkler de bir tuhaf, iki boyutlu gibi öbür taraftaki her şey… Neden buradayım, neler oluyor?
Görüntüler ve sesler yok oluyor, birden bir yatakta buluyorum kendimi, başucumda da kardeşim var şimdi. Sesim ve nefesim zor çıkıyor. Ersin karşımda ağlıyor, iri kara gözlerindeki yaşı görüyorum, içim eriyor. Çok severim onu, bir başka severim. Doğduğu akşam annemin yanında ilk gördüğümde sevdalandım ay yüzüne. Gülümsedi bana… Yeni doğan bebek gülümser mi, o gülümsedi. Bana hem de… Kıyamam onun gözündeki bir damla yaşa, ağlamasın. Konuşuyor şimdi, sesi geliyor kulağıma;
“Sırası mıydı abla gitmenin, bunca yıllık çileyle, acıyla elde ettiğin şey bırakılıp gidilir mi?”
Onun sesi çaresizliklerde dolaşırken ben sanki büyük bir havuzdayım keyifle, kayarak dolaşıyorum suyun içinde. Ama bu su da değil, yok canım bu başka bir şey. Tanımıyorum, bildiğim hiçbir şeye benzemiyor, ama çok güzel. Çekip sürüklüyor beni tarifsiz hazzın daha derinlerine. Benim içimde artan huzurun derinliğine karşın, kardeşimin gözündeki yaşa bakıyorum ve içinin acıdığını yüreğimin başka bir yerinde duyuyorum aynı anda. Canım çok yanıyor bu acıyla, delik deşik oluyor her yerim sanki. İkiye ayrıldım ben galiba, bir yanım tarifsiz bir huzurda, bir yanım bıçakların sırtında. Kanatıyor, sırtımı dayadığım bıçaklar… Kanayan damlalar da Ersin’in kara gözlerinden akıyor sanki. İç içe geçti her şey… Bu nasıl bir şey böyle? Dayanamıyorum bu acıya daha fazla ve son gücümle ağzımdan çıkartmaya çalıştığım güçsüz kelimelerle anlatmaya çalışıyorum içinde kaybolduğum güzel hazzı:
“Ağlama, sakın ağlama! Mutlu olduğumu görmek istiyorsan sil yaşlarını. Öyle huzurlu ki orası, bırak gideyim artık. Böyle gerekiyor, gitmeliyim.”
Ağlamak ile susmak arasında kalan kardeşim;
“Hayır, şimdi değil, onu bırakıp gidemezsin” diyor.
Gülümsüyorum, nedir ki bırakıp gidemeyeceğim dünyam? Ne yaşadım sanki elle tutulur, hangi sevgide liman buldum, hangi gözde kendimi gördüm, kimin için vazgeçilmez oldum? Ne can bildi beni benim canlarım, ne acıtmadan sevdi beni benim dost dediklerim. Parayı, malı, eşyayı, güzelliği, zaten mülk edinmedim ki ben ömrümde. Şimdi şu içinde yüzdüğüm huzurdan daha vazgeçilmez mi geride bıraktığım dünyam? Nasıl anlatsam bunu ona? Anlatamam ki, gücüm yok, çok yorgunum. Yorgunluğumun bağrından çıkan sesim kulağıma yabancı;
“Sakın ağlama arkamdan, hele sen sakın ağlama. Çok yorgunum, gidiyorum, söyle ağlamasınlar!”
Dalıp gidiyorum yatağımdan huzurun koridorlarına ve tekrar mezarlıkta buluyorum kendimi birden.
Of ya nasıl da anlamadım? Tabuttaki benim, öldüm ben… Ama zaman sanki başka bir noktada seyirde, kardeşim bu kadar ne zaman büyüdü
Kulağıma gelen feryatlar yırtıyor içimi, niye ağlıyorlar ki? Ersin sağında solunda kendini paralayanlara bakıyor, gözleri kırmızı ama ağlamıyor. İçinden geçenleri duyuyorum ben, o konuşmadan.
“Ne desem boş, dinlemezler ki beni abla, ağlıyorlar işte ne yapayım?”
Sırtı dönük bana ama ne tuhaf; gözlerini görebiliyorum ve benimle konuştuğunu biliyorum. İnsanların yüzü ya da sırtı diye bir şey yok benim için. Görmek istediğim anda ulaşıyorum istediğime. Herkes perişan durumda, bir tek o kendinde ve düşünceleri bana ulaşıyor. Diğerleri asıl ben’in farkında bile değil, tabutta yatan ben olduğunu sandıkları şeye ağlıyorlar, yani cesedime… Koluma, bacağıma, kaşıma, gözüme ağlıyorlar onlar. Ben buradayım ve izliyorum oysa onları. Çok da farklı bir durum değil aslında bu tablo benim için, gülümsüyorum elimde olmadan onlar ağlarken. Beni bedenimden öte hissedebilen kaç insan oldu ki diye düşünüyorum ve sorguluyorum, durduramayarak bilincimi. Bedenim yaşarken, ruhum hep geriden seyretmedi mi böyle acı içinde?
Ben daha gülümsememin tadına varamadan feryatlar artıyor iyice… Tabut, kazılan çukura iyice yaklaşıyor. Canım sıkılıyor… Ya deli mi ne bunlar, ne var bu kadar paralanacak? Ben yok olmadım ki, üstelik çok huzurluyum, hiç olmadığım kadar hem de. Ama ağlama sesleri artık o kadar yüksek ki, tadını çıkaramıyorum keyfimin. Bir şeyler yapmam gerek, anlatmalıyım onlara huzurumu. Mutluyum ben, ağlamaya hacet yok ki artık. Bitti her şey; bütün acılar, bütün çatışmalar, bütün paylaşılmazlıklar, bütün sevgisizlikler… Duyurmam gerek kendimi onlara, bağırıyorum tüm gücümle… O da ne? Sesim yok ki, beni duymuyorlar. Nasıl da unuttum vücudum yok benim. Ellerim ayaklarım gözlerim, kulaklarım hepsi orada tabutun içinde yatıyor, benim değiller artık. Işık ve zaman da yok, dokunacağım, tutacağım hiçbir şey yok, canımı acıtacak tek bir nesne yok artık… Ama bütün bu yokluğa ve hiçliğe rağmen her şey çok güzel. Tuhaf bir durum bu, gerçekten çok tuhaf!
Birden mezarlıktaki bu oyun için az vakit kaldığını anlıyorum, nedensizce bir bilmek bu. Öğrenmek için çabaya gerek yok, birdenbire geliveriyor bilmem gereken ne varsa…
Acele etmem gerek, o tabuttaki beden çukura girdiği anda ben artık burada da olmayacağım. Şimdi neresi olduğunu bilmiyorum ama daha başka bir yere gideceğim, bunu da biliyorum yine birdenbire. Ben bu kadar mutluyken onlar da ağlamaya devam edecekler. Bunu onlara nasıl anlatmalı, duymuyorlar ki beni. Bana yakışmaz, ben mutluyken onların ağlaması, hem de hiç yakışmaz. Mutluysam paylaştım ömrümce, değilsem kendime sakladım, saklayabildiğim kadar. Ömür boyu çabaladığım boşa mı gidecek şimdi yani, bunlar benim ardımdan yıllarca ağlayıp duracaklar gibi görünüyor. Hoş bana değil özde kendilerine ağlıyorlar ya…
Ama sanki kocamın ağlaması pek içten değil de sadece oynuyor gibi. Yan gözle diğerlerine tuhaf bakışlarla bakarken yakalıyorum onu ara sıra. Beni o kadar sevdiğine göre onun acısını da hissetmeliydim! Ama ne garip ki hissetmiyorum. Sadece bir boşluk var onunla ilgili… O değil miydi benim eşim? Böyle mi olur sevgi? Bir eksiklik var sanki içimde… Dolmayan bir tas gibi yüreğim. Paylaşamadığım bir şeyler var onunla. Bir olmayı onunla da yakalayamadım, tam tersine milyonlarca yıl uzak sanki bana ruhuyla. Onun şimdi acı çektiğini hissetmiyorum ama hiç mutlu olduğunu da hissedemedim garip bir şekilde. Film bir yerlerde koptu ama nerde bilmiyorum, off ortada paylaşılacak ne vardı onu da bilmiyorum artık ben…
Neyse şimdi onunla vakit kaybedemem, hiç değilse ötekilere duyurmalıyım sesimi. Hele de anneme… Ah gözü yaşlı annem, bir kere gözlerinin içinin güldüğünü görseydim! Göremeden gittim işte ne fayda… Hayat boyu anlamsız şeylere ağlayan yüreği şimdi çok daha korkunç bir acıyla kavruluyor. Bedenim yok ama nasıl bir şeyse bu, bir yerlerimde onun acısını bire bir algılıyorum, canım çok yanıyor nedense.
Acı ile haz…
Bir kez daha, bir kez daha bağırmayı deniyorum ama boşuna. Çukura az kaldı, birazdan koyacaklar içine bedenimi, acele etmeliyim… Debeleniyorum olduğum yerde, kimse duymuyor ki! İçimde acı ile haz kavga ediyor, bir taraf kazanmalı ama hangisi? İki duygu, iki ayrı yöne doğru çekiyor benliğimi… Böyle devam ederse parçalanacağım sanki zerrelerime kadar. Toprağa teslim etmek üzereler ellerimi, ayaklarımı, sesimi ve tüm yaşadıklarımı…
Acı dayanılır gibi değil…
Bir karar vermek zorundayım artık, şu güzel huzuru mu seçmeliyim, dünyada sevdiklerimi mi? Onları bu acıyla bırakamam arkamda, bencillik olur bu. Geri dönmeliyim sanırım, çektikleri acı dayanılır gibi değil. Bütün zerrelerimi yakıyor onların acıları, cehennem bu mu yoksa? Öteki tarafım yüzdüğü huzur denizinde rahat değil, vicdan azabı duyuyorum. Bir yanım cennet, bir yanım cehennem sanki… Onların arkamdan acı çektiklerini bilerek nasıl giderim? Nasıl bir başıma bencilce yaşarım bu hazzı, dönüp anlatmalıyım onlara huzurumu ve paylaşmalıyım. Ya da vazgeçmeliyim cennetten, dönüp gözümü, kulağımı, sesimi geri almalıyım. Gözüm kulağım, sesim, bedenim olmadan ulaşamam onlara, beni duymazlar… Of ne kötü, keşke dönmeden anlatmanın bir yolu olsaydı. En iyisi geri dönmek çaresiz…
Birden her şey siliniyor, kopkoyu bir karanlığın ardından bir ateş rengi sardı etrafımı. Tuhaf bir kızıllık bu, şimdiye kadar görmediğim.
Şimdi yataktayım pansiyonda, uyandım mı ben? Korkunç bir sıcak var, çarşaf niye bu kadar ıslak, bu kadar ter neremden çıktı anlamadım. Nefes almaya uyandıktan sonra başladım adeta. Doğru ya; Marmaris’te tatildeyiz biz karı koca, of rüyaymış hepsi…
İçim sıkılıyor, çok mutsuzum ben her zamanki gibi. Rüya da mutsuzdu, ama o huzur neydi öyle, böyle bir duyguyu daha önce tatmadım. Sahi gördüklerim rüya mıydı gerçekten? Sanki yıllar sonrasıydı, zaman başka perdede oynuyordu adeta… Kardeşim Ersin şimdi daha on altı yaşında ama rüyamda büyük bir adamdı, dal gibi bir çocuktur oysaki. Hastanede ölen ben de şimdiki yaşımda değildim. Deli kız; otuz yaşımda öleceğim ben deyip durursun sen, öleceğini mi gördün ne? Bırakamazsın dediği neydi acaba Ersin’in? Kimdi? Nasıl bir rüyaydı bu?
Hep tuhaf rüyalar görürüm oldum olası ama böylesini de görmemiştim. Korkmadım ama çaresizlik duydum, acının ve huzurun bu kadarını hiç yaşamamıştım şimdiye kadar. Rüya değil de gerçek gibiydi. Rüya mıydı sahiden?
8 yıl sonra…
Çapa Tıp Fakültesi… Kadın Doğum Servisi… Tek kişilik bir odada, birkaç saat önce mucize gibi hayatı değişen otuz yaşında bir kadın…
Yine o huzur denizindeyim, bu sefer hiç acemisi değilim, epeyce tanıdık geliyor. Yatağımda yatarken birden kendimi o denizin içinde buldum nedense…
Saat akşamüzeri beş ile altı arası. Daha ameliyattan çıkalı birkaç saat olmadı. Oğlum odaya yarım saat önce getirilip şeffaf beşiğine yatırıldı. Ayıldıktan sonra ilk isteğim onu görmekti. Genç bir hemşire getirip kıpkırmızı, kaşsız, kirpiksiz küçük yüzünü gösterdi bana.
On acılı yılın meyvesi, kucağımda nefes almaya cesaret edemeyip bedenimden geri dönen beş bebeğimin en güçlüsü ve cesaretlisi… Hoş gelmişsin ellerime ve yüreğime, hoş gelmişsin sen, iyi mi ettin gelmekle, kötü mü; Allah biliyor.
Uyuyor kıpkırmızı suratıyla beşiğinde. Kocaman bir adamın ifadesi var sanki yüzünde, bebeğe benzemiyor duruşu. Annem odadaki diğer yatakta çoktan uykuya dalmış, kız kardeşim Nevin başucumda bir şeyler okumaya çalışıyor. Ben o kocaman adamın yüzüne bakarken birden kayganlık artıyor beynimde, sanki ellerim ayaklarım gidiyor, alıyorlar bedenimi benden! Bir şeyler yapmalıyım, neler oluyor? Cılız bir sesle;
“Ayağa kaldır beni” diyorum Nevin’e. Şaşırıyor;
“Delirdin mi, daha ayağa kalkman için izin verilmedi.”
“Çabuk beni ayağa kaldır ve ellerimi, ayaklarımı oynat.”
Annem sesimize uyanıp fırlıyor yataktan. Ayaktayım şimdi; o tanıdık kaygan huzur, yıllar öncesinden sanki koşarak gelip yerleşti içime. Aman Allah’ım gidiyorum bir yerlere doğru kayarak, durduramıyorum o huzura doğru gidişimi… Bu muydu beklediğim, şimdi olmaz artık, sırası değil. Hiç sırası değil… Yüzüme bir şeyler oluyor belli ki, halime bakan Nevin, fırlayıp hemşire bankosuna doğru koşuyor.
Ellerimi oynatmalıyım zor da olsa, ayaklarımı da. Onlarsız neler olduğunu çok iyi bilirim üstelik ben, hatırladım her şeyi birden. Marmaris ve o rüya sandığım şey. Şimdiydi o, şimdi… Orada yaşadığım zamandayım, hastane odası buydu. Baksana yatak aynı, tıpkı oradaki gibi her şey, kardeşlerim yer değiştirmiş sadece. Ersin dışarıda mı bekliyor acaba, birazdan o da içeriye girebilir. Annem şaşkın duruyor yanımda kolumu tutarak, uyku sersemi olur zaten, ne olduğunu hiç anlamadan bakıyor yüzüme. Kaybediyorum kendimi, az kaldı, gitmemeliyim oysa ki bu huzurun peşinden.
Kapıdan benim Fatoş hemşirem giriyor bembeyaz yüzüyle. Aylar boyu süren hastane konukluğumda beni en çok seven ev sahibem o. Sular akmadığında pet şişelere biriktirdiğim suyla yıkandığımı görüp, halime acıyan ve gece özel odaları açıp beni suya kavuşturan güzellik. Işıl ışıldır hep yüzü ve “hamilelerin kraliçesi”dir adım onun defterinde. Doğumun bana denk gelir inşallah deyip, sonra da belirlenen tarih için üzülen nur yüzlü melek. Birdenbire doğum yapmış görünce beni şaşırmış ama karşısında gördüğü tablodan daha da şaşkın görünüyor şimdi.
Bak işte istediğin oldu Fatoş’um yine sana denk geldim ben işte, seni mi kıracağım şu yalan dünyada? Acil doğumuma mı şaşsın, ayakta duran ölmeye doğru giden bedenime mi? Nevin de yanında, ellerinde şeker ölçüm cihazı ve tansiyon aleti. Çabuk ellerle tansiyonum ölçülüyor, Fatoş hemşire biraz daha soluyor. Sıra şekere geliyor parmağım deliniyor, zorla bir damla kan akıyor kağıt parçasına. Stik alete takılıyor… “Biiippp”, tanıyorum bu sesi ben. “Ölçülemeyecek kadar yüksek”, bu bip sesinin anlamı buydu… Şekerim yüksek, hem de çok yüksek.
Dalgalanan zihnimi toparlamaya çalışıyorum, bir koşturmaca oluyor, fersahlarca ötede sanki her şey. Fatoş hemşire elinde bir şırınga ile geri dönüyor… İnsilün olsa gerek bu. Hiç yapılmadı bunca aydır. Gerek kalmadı, öyle titiz davrandım ki, asla yükselmedi şekerim. İki buçuk aydır hastanedeyim, parmaklarım delik deşik iğnelerden. Şimdi sırası mı, niye?
İyice kayganlaştı artık zihnim ama gidemem. Ersin öyle dememiş miydi bana?
“Sırası değil şimdi.”
İşte buydu, bırakamazsın dediği şey; oğlum! Aman Allah’ım, gerçekten de sırası değil.
Başımı çeviriyorum beşiğine, uyuyor hala. Bir ses geliyor kulaklarıma, ses mi, yoksa başka bir şey mi? Birileri konuşuyor benimle, ama benden başka kimsenin duyduğu yok. Onlar insülini vermeye çalışıyorlar bedenime. İğnenin acısını duymuyorum, hissetmiyorum hiçbir şey, bedenimi hissetmiyorum artık. Sadece düşünceyim sanki. Ses konuşmaya devam ediyor benimle, onu duyuyorum,
“Hadi gel artık, bak burası bildiğin gibi, seni bekliyor”.
Çok acı var…
Kapılıyorum, sesin peşi sıra gidiyorum. Çok huzurlu ve kaygan, uçuyorum bir yerlerde. Nasıl da güzel Allah’ım, özlemişim meğer. Bu güzellik bırakılıp dönülür mü? Başımı beşiğe çeviriyorum, hala uyuyor koca adam, her şeyden habersiz. Son bir çare ona doğru yönlendiriyorum sadece düşünce olan “ben”’i. Bedenimi kontrol edemiyorum ama düşüncelerimin sahibiyim hala. Onu kullanabiliyorum bir organ gibi, elim gibi uzatıyorum sanki bebeğime doğru. Ne tuhaf bir kontrol bu, düşüncelerimi istediğim noktaya gönderebiliyorum ve sanki soruyorum “izin veriyor musun gitmeme” diye… Koca adamın düşüncelerime cevap şekli tuhaf, onun üzerinden bir şey benimle konuşan sese doğru çıkıyor, oradan da benim üzerime geliyor hızlıca. Bu neydi anlamadım ben. İkinci kez cihazın sinyal sesini duyuyorum çok uzaklardan aynı anda. Cevap veriyorum benimle konuşan hem kimse ya da her neyse;
“Gelemem, onu bırakıp gelemem. Bu kadar acı ve uğraşla o geldikten sonra olmaz, bırakın beni”
“Çok acı çekeceksin yaşarsan, boş ver, yetmedi mi?”
İkinci insülin yapılıyor sanırım koluma… Ses devam ediyor konuşmaya ama yalnız değil artık, kalabalıklaştılar, sanki yanında birileri var.
“Gel gör istersen yaşayacaklarını, belki kararın değişir. Görüp kabul edersen kalabilirsin, karar senin.”
Kayboluyorum biranda hastane odasından, başka bir yerdeyim şimdi. Bir salon olduğunu hissediyorum, yığınlarca bilgi var salonun -duvar diyebileceğim ama duvara benzemeyen- sınırlarında duran, tıpkı raflarda durur gibi… Oturtuyorlar beni ya da öyle sanıyorum dünyasal tarifle, tanımlayamadığım bir platformda bekletiliyorum önce. Sonra birden bir şeyler geçip gitmeye başlıyor gözümün önünden, Daha doğrusu bilincimden, gözlerim yok ki aslında burada… Seyrettiğim bir şeyler var bana ait. Beni seyrediyorum üçüncü şahıs gibi ama ne inanılmaz bir acı bu Allah’ım. Gerçekten korkunç, dayanılır gibi değil. Kaçmak isteği duyuyorum, kaçamam biliyorum, nereye gitsem zihnimdeki seyri durduramam onu da biliyorum. Bütün zerrelerimle yanıyorum o ızdırabın içinde. Cehennem bu işte, oradayım… Ben mi yaşayacağım tüm bunları, bunu hak etmedim diyorum, asla hak etmedim. Ne yaptım Allah’ım sana, ne günah işledim, kime kötülük ettim? Yapmadım, bunu hak edecek bir günahım yok benim.
“Gördün mü, hala kalacak mısın?” diyor ses.
Direniyorum zihnimi bende tutmaya, teslim olmamaya. Bir yanım cennet, bir yanım cehennem yine, yıllar öncesinde olduğu gibi. Yine bir seçim, bir kez daha, bir kapı daha kapanacak suratıma. Bir kez daha aç kapılarını, lütfen… Seçmem gerek. Bir pazarlığın içindeyim o an sanki. Ömrümün kalan kısmına karşılık acılar sunuluyor sanki önüme yaşamam gereken… Ya ızdırabı kabul edip yaşayacağım, ya tembellik edip o güzel huzurun içinde kayacağım. Seç seçebilirsen şimdi haydi, vaktin yok, şimdi, seçim şimdi… Sakin olmaya çalışıyorum, ama sanki tüm gerçeğin bu olamayacağını düşünüyorum birdenbire. Bir şeyler eksik söyleniyor bana, saklanıyor benden. O muhteşem huzurun da yanıltıcı ve geçici olduğunu anlıyorum sanki. Hani öğrenilmeden bilinenlerden bu da… Asıl gerçek başka bir yerlerde saklı. Bunu hissediyorum ve bu hisse güvenip asılı kalıyorum düşüncemde. Gücümü toplayıp seçimimi söylüyorum.
“Seçimim Cehennem olacak, dünyaya dönüşüm cehennem çünkü!”
Cevap uzaklaşarak geliyor zihnime, zıtlıklar içinde. Ben cevabı aldıkça cevap uzaklaşıyor benden sanki. Her şey ne de tuhaf burada. Binlerce yankılı sedanın boşlukta dönüşü gibi kaoslar içinde kayboluyor sesler.
“Sen bilirsin, kal bakalım. Ama işin zor, çok iyi biliyorsun.”
Evet, biliyorum, işim çok zor biliyorum, ilk gelişimde de biliyordum sanırım. O yüzdendi dünyadaki ilk anımdan bu yana içimdeki dinmez acı ve yalnızlık… Bir sürü duygumun cevabını buldum artık. Cevaplar zerrelerimdeymiş ama ben okuyamamışım alfabesini. Cevap vermek istiyorum seslere; başım dik, suçtan arınmış mahkeme tutuklusu gibi ama beni duymalarına gerek yok, biliyorlar zaten her şeyi. Bunu seçeceğimi de biliyorlardı, karşımda benden öte bir gülümseme bütün ufkumu kaplıyor içimde…
Dönüyorum tekrar hastane odasının içine, çekip gittiğim andayım yine. Zaman ilerlememiş burada. Her şey bıraktığım anda ve yerde. Hatırlamaya çalışıyorum seyrettiklerimi, ama boşuna çaba… Hatırlayamıyorum ne izlediğimi. Beynim çatlayacak düşünmekten sanki. Bir tek acıya ait kalanlar bende artık bir de o sesle konuştuklarımız. Seyrettiklerime ne oldu böyle, nereye gittiler beynimden, hatırlamıyorum. Hatırlamam gerek, belki değiştirebilirim hatırlasam. Hatırlasam durdurabilirim çekilecek acıları belki. Kahretsin ki silindi her şey. Ne oldu çok övündüğüm o hafızama? Beklemekten ve zamanı gelince yaşamaktan başka yapacak bir şey yok, teslimim sonuna kadar çaresizlikle.
Ellerim, ayaklarım hala yok bu odada, sanki sadece düşünceyim. Bir iki saat önce kesilen karnımı da hiç hissetmiyorum. Sadece beynimde yaşıyorum tuhaf bir şekilde. Odadaki sesler gitgide yaklaşıyor bana doğru. Fatoş Hemşire bembeyaz yüzle yatağımın bir köşesinde elinde şeker ölçüm cihazıyla oturuyor. Bir “biiipp” daha ama bu seferki farklı, bunu da tanıyorum. İnce, tiz ve kısa…
Fatoş Hemşirenin sesi hiç bu kadar tatlı gelmemişti iki aydır kulağıma;
“Of çok şükür Allahım, geçmiş olsun hepimize…”
Gülümsüyorum yeniden doğduğumu bilmeden. İlk doğduğumda da ağlamamışım ki ben… İçimde bir acı var ne olduğunu bilmediğim ama kahretsin ki hatırlayamıyorum…
(Yıllar sonra; yaşanması gerekenler yaşanırken yine bir hastanede hatırlandılar…)