Her tarafımız “popülerin öğeleri” ile doldu. Nefes alamaz duruma geldik bu durumdan ötürü. Ve bir ‘kurtarıcı’, tam da bu esnada imdadımıza yetişti. Bu kurtarıcı, şimdiden ya da daha sonraları “popüler”in bir adayı olmaya hazır. Ama öyle kolay kolay yedirmeyiz onu. Kimden mi bahsediyorum: Oraletten…
Oraletin tarihsel gelişimi
1960’lı yıllar. Eczacıbaşı firması bir ürün üretiyor. Bu ürün, toz bir içecek ve suya katılarak içiliyor(Sıcak ya da soğuk farketmez). 60’lı yıllarda, buzdolabının da yaygınsızlığından da olsa gerek, talep piyasasına damgasını yavaş yavaş vurmaya başlıyor bu toz içecek.
Zahmetsizdir oralet
Çay gibi ” suyun kaynaması, çay koyma, demin çökmesini bekleme” gibi aşamaların hepsini alt eder. Soğuk içecekseniz şayet soğuk suya; ya da sıcak içecekseniz (ki en çok tercih edileni budur) sıcak suya, belirlediğiniz ölçüde katıyorsunuz ve işlem tamam. O yıllarda, ev hanımlarına “Allah’ım bunu kim icat ettiyse ona Nobel ödülünü alması konusunda yardımcı ol” diye dua ettirir adeta.
Oralet değişimdir, kolaylıktır, renklidir, daha önce hiç karşılaşılmayandır…
Seneler 80’leri gösterdiğinde piyasaya “Lezzo” markası da girer ve oralet piyasası iyice kızışır. Ve elbette, her yükselişin olduğu gibi bunun da bir sonu vardır. “Oralet” markası 1995 yılında üretimi bitirir ve “oralet çağı” da böylece sonlanmış olur.
Oralet çağı ve hatırlattıkları
Ben ‘oralet çağının’ tam da sonuna denk geldim. 80’li yıllarda ve 90’lı yılların başında doğanlar olarak, en çok da bizim zihnimizde yer kaplar oralet. Merak etmeyin, Freuden bir bakışla, bizim neslimizin oraletten dolayı böyle “ayarsız” olduğuna dair şeyler söylemeyeceğim. Zira şekerli ve şekersiz “çay”la alakalı yazılarımdaki gibi çayseverleri galeyana getirme maksadında değilim. Bu sefer sadece, yaşadığım o günleri anlatacağım . Dilim döndüğünce, oraletçe…
Çay yasağı ve oralet
O yıllarda, yani doksanların başında, küçük bir çocuksanız ve büyükleriniz gibi siz de “büyümek” istiyorsanız, kendinizi “çay” içmek zorunda hissediyorsunuz. Hayran kalırdım büyüklerimin çay içişlerine. Sanki o çay, insanların dünyadaki varlığının tek müsebbibi gibi gelirdi bana. Ya da “Her yasak kendi isyancısını çıkarır!” mı denir, bilemiyorum. Zira soğuk kış gecelerinde, sobanın üzerinde, yemekten sonra hazırlanan çayın, ailenizin fertleri tarafından büyük bir keyifle içilişine, eğer küçük bir çocuksanız ortak olamıyorsunuzdur. Anneniz sizi düşünüyordur çünkü. “Küçük çocuklar için çay zararlıdır!“, öyle anlaşmıştır mahallenizin bütün kadınları…
“Çay çocuklar için zararlıdır. Çay yasaktır. Çay büyüyünce içilir”. Peki biz ne yapacaktık o halde. Nasıl büyüyecektik hemencecik? Bunun bir cevabı yoktu. Fakat bir yasak vardıysa karşımızda, onun çevresinden dolanmanın da bir yöntemi olmalıydı elbet. Ne diyordu bazı büyük insanlar: “Yasalar örümcek ağına benzer, ancak küçük sinekleri yakalar. Büyük sinekler gözünün önünde onu delip geçer“…
Annem, annelerimiz ‘oraleti’ bulmuştu alternatif olarak bize; çünkü hala ‘büyük sinek’ olamamışızdır. E bizim de işimize geliyordu bu durum ister istemez. Niye diye soracak olursanız: ‘oralet denilen bu büyülü madde, suya katıldığında fantastik bir içeceğe dönüşüyordu‘. Tadı büyüklerimizin içtiği ‘çaydan’ bile, kat be kat daha güzeldi. Hem kuşburnulu içersen oraleti, çay mı yoksa kuşburnulu oralet mi içtiğin belli bile olmuyordu, o derece yani…
Hatıralar ve Oralet
Küçüklük hatıralarımın neredeyse her yerinde var. Yaz kış farketmez. Ancak kışın sanki ‘daha ayrı bir tadı’ oluyordu oraletin. İkinci bacasında kurutmalık olan sobanın üstündeki, sıcaklığını saatler boyu muhafaza eden ‘çaydan’ içen büyüklerimizin yanında, bize ‘oralet’ içmek düşüyordu bittabi, Savaş Ay’la A takımını izlerken, gecenin bir yarısında…
Çocuksanız, bazı yalanlara çok çabuk inanabiliyorsunuz, elinizde değil. “Bak Aynur’un oğlu Ahmet çay içmiyormuş; süt içiyormuş, meyvesuyu içiyormuş, ORALET içiyormuş” dediği zaman annem, oralete olan inancım daha da çok artıyordu. Ahmetle arkadaş olabilirdik evet, ama onunla benim aramda gözle görülmeyen bir ‘çekişme’ de vardı . O ‘çay içmiyorsa, oralete bağımlı olmak zorunda kalmışsa, ben de aynısını yapmalıydım‘. Bir bardak oralet, tüm kıskançlığı öldürür mutlak…
Öğretmenlerimizin verdiği ‘el işi‘ ödevlerinden sonra içilen oralet gibisi de yoktur. Ödevi yaparken içmeniz ise pek tavsiye edilmez; sebebi ise: eliniz ayağınız pek rahat durmuyorsa; oraleti, yaptığınız işin üzerine dökmenizin pek tabi mümkünlüğüdür. Mesela kalıbın içerisine alçıyı döküyorsanız usul usul, ya da pamuğun içine fasulye tanesini bir bilimadamı titizliğiyle yerleştiriyorsanız, ya da mandaldan peçetelik yapıyorsanız, “dökmeniz hiç iç açıcı olmaz oraleti, ‘el işi’nizin üzerine.” Merak etmeyin, siz işinizi pek ciddi şekilde yaptıktan sonra anneniz ‘o’ oraleti mutlaka getirecektir size. ‘Büyümek’ yolunda ciddi adımlar atmışsınızdır çünkü; bunun yanında: Oraleti de haketmiş…
Bazı zamanlarda içtiğiniz bazı şeyler hiç unutulmuyor sevgili okuyucu. Bunu çok sık dillendiririm. Mesela çevirmeli telefondan arayıp Hugo oynamaya çalışan çocuğun çaresizliğini izledikten sonra, ya da “Çılgın Bediş’im, yok başka işim”i izledikten sonra, ya da ilk çocukluk aşkımız olan Rosalinda’yı ya da onu aldattığımız Zeyna’yı izledikten sonra içilen Oralet, buna bir örnektir. Mahallenin Muhtarları’nı söylemeyi unutmuşum, çok özür…
Çocukluğumuzun resmi içeceği: Oralet
Çocukluğumuzun adeta resmi içeceğiydi oralet. Ve küçük sanatçıların da ana sponsoru. Mesela ‘karbon kağıdını çok güzel bir resmin altına koyup, onun da altına resim defterini koyarak çizdiğiniz eşsiz eserlerden’ sonra, ‘Trt’deki resim yapan bonus kafalı adamın sanat anlayışına hayran kaldıktan’ sonra, ‘herkesin ‘m’ harfi ile çizdiği basit kuşlar yerine iki boyutlu ve daha gerçekçi, perspektif olarak daha yakın bir ‘kuş’u çizdikten’ sonra ya da ‘yaz-kış demeden bacasından duman çıkan ev’i çizdikten sonra bir oraleti haketmişsinizdir. ‘Eti kemek geçen ısırıklı saati’ söylemeyi unutmuşum çok özür dilerim. Küçük sanatçılar oralet sever, sevmek zorundadır…
Uzun bir oyun sonrasında yorgunluk gidericidir aynı zamanda oralet. Mesela Ataride tank90 oynadıysanız 1 saat boyunca hiç kalkmadan, ya da boncuklu tabancanın boncuklarını, tabancayı kullandıktan sonra tekrar arayıp bulduysanız, gazoz kapaklarını düz bir hale getirmek için epey bir emek harcamışsanız, minderden yaptığınız eviniz başınıza yıkılmışsa ve tekrar yaparken evinizi azar işitmişseniz annenizden, oraletten başka ne içilebilir ki? Oralet efkar da dağıtır!
Devrim ve Oralet
Rüzgardan sonra yönü değişen anteni sağa sola çevirenlerin içeceğidir oralet. Büyük bir ciddiyetle perdeleri kornişe taktıktan sonra, kolu kopan çocuğun da “emek hakkı”. Evet, bizler çabalayan son nesildik. ‘Emek’ kavramını belki de bu yüzden bu kadar içselleştirdik. Şimdiki çocuklar burjuvazinin kölesi olmuş durumda, “en iyi burjuva” olmak yolunda birbirlerine kıyıyorlar. Bizler proleterya çocuklardık ve ne demişti bir adam tam da bu konuyla alakalı olaraktan: “Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar içinde yalnızca proleterya gerçekten devrimci bir sınıftır.”
Biz gerçek proleteryaydık.
Kaybettik belki ama bir yandan da kazandık.
Kalemin iki ucunu da açanlarla; ucu kırıldı diye kalemini çöpe atanların savaşıdır bu arkadaşlar. Kalemlerimizi biz hiç aldatmadık!
Oralet ve toplumsal konum
Oralet, insana kendini “önemli” hissettirir. Bahsettiğim şey daha çok “minik insanlar”(bedenen büyük de olabilir, içindeki ‘çocuk’ oralarda biryerlerde kalsın, kafidir) için geçerlidir. Sebebini soracak olursanız eğer şöyle bir çıkarımda bulunabilirim: “Büyüdükçe bedenlerimiz ya da zihinlerimiz; önemli ‘hissettirenlerimiz’ de büyük ölçüde değişmektedir“.
Ama biz herkes değiliz, kategorize edilemeyiz, edenleri de pek sevmeyiz!
Biz oralet seven ve babasının yanına, amcasının yanına, ciddili adamların yanına giden tek ‘küçük’ olduğumuzda, megafondan kendisine “oralet” söylenenince “kocaman adam” olan çocuklarız…
Gelmeyecek günlerin içeceği
Deseler ki, “zaman makinesini icat ettik; her isteyeni, istediği zamana tekrar göndereceğiz, fakat oradan bir daha geri dönüş olmayacak“, herkesin aklında farklı bir zaman dilimi belirir. Kimisi Fransız İhtilali’nin olduğu zamanda Fransa’ya dönmeyi, kimisi Muhammed Peygamberin Medine’ye göç ettiği zamanda Medine’de olmayı , kimisi Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in çarpıştığı Çanakkale cephesinde bulunmayı, kimisi İstanbul’un fethedildiği fakat içerdeki Hristiyanlarla Müslümanların kardeşliğinin bozulmadığı yıllara gitmek isteyecektir. Benimse tek bir isteğim olurdu böyle bir durumda:
Oralet içtiğim yıllara tekrar dönmek isterdim.
Belki ‘o’ zamana dönsek, hayatımızı daha iyiye götürebilirdik. Kim bilir..
**